Аннотация

İnsan duygularını üstün gözlem yeteneği ile okurlarına aktaran Zweig; bu uzun öyküsünde genç filoloji öğrencisinin gözünden bir akademisyenin entelektüel kimliği arkasındaki duygusal yaşamına ışık tutuyor. Karakterler arasında kurulan bağ, duygusal sarsıntılara zemin hazırlasa da profesörün hayatındaki temel gerçeği de açığa çıkarıyor. Kabullenmesi zor olan duyguların zihinde yarattığı karmaşıklıkta, duygusal çalkantılarında boğulan kahramanlar, Zweig’ın kaleminde tekrar canlanıyor. Roland, profesör ve eşi arasındaki benzersiz aşk maceraları, aralarındaki sırlar ve saplantılı duygusal ilişkiler, gerilimler Zweig’ın güçlü kalemi ve tahlilleri ile her devrin okuruna hitap etmeye devam ediyor. «Hocamın başlangıçta fısıldar gibi acele çıkan sesi artık kaslarını ve bağ dokularını geriyor, gittikçe daha rahat ve daha yüksekten uçan metal ve parlak bir uçağa benziyordu: Oda artık sesine dar geliyor, duvarlar yankıdan zorlanıyor, mekânın tümüne ihtiyaç duyuyordu. Fırtınanın tepemde estiğini hissediyordum, denizin köpüren dudaklarından gümbürtülü kelimeler bağırarak çıkıyordu: Yazı masasının üzerine eğilmişken sanki yine kendi memleketimde deniz kenarındaki kumların üzerindeymişim gibi ve sanki binlerce dalganın muazzam uğultusu ve rüzgârın nefes alır gibi yaklaşıyor olması gibiydi.»

Аннотация

“Hoştur köftehor. Dinle hanım: Başta tepesi dokuz kapsüllü şıllık fes… Tepeden yanağın üstüne doğru tarakla terbiye edile edile yatırılmış altın kuş kanadı açık kumral saçlar, fazlalığı tamamıyla tıraş edilerek burnun altında bir pimdik bırakılmış minimini, gıdıgıdı bıyıklar…" “Aman, sus! İçim gıdıklandı.” “Beyaz ablak çehre… Pembe yanaklar… Ateşli dudaklar… Şahane ela, sev beni seveyim seni, fıldır fıldır çekici gözler… Osmanlı nüfus tezkeresinde hiç düzeltme yok. Natürel yaşı yirmi bire çeyrek var.” “Ah, pek körpe…” “Çok gevrek. Can eriği gibi kütür kütür.” “Ben ona denk olabilir miyim?” “Olamazsan hafif gelecek tarafa biraz safra koruz. Zaten yaşça resmen aranızda ne kadar fark var? Sen yirmi beş, o yirmi bir. Bu dört yaş fark da peygamber sünnetidir.” *** Arap aşçılar, o fellahlar hırsız olur derler. Ama söyleyiniz, kim değil? Rızkına razı olan kimse var mı bu dünyada? Esnaf müşteriden çalar, müşteri, kazancını artıracak helal, haram yolları bulur. Her insan akılca kendisinden bir gömlek aşağısını görünce kandırır, birbirini soyar, bu böyle gider. Bunun adına yeni felsefede hayat mücadelesi derler. Yaşamak için zayıf gördüğünün elindeki ekmeği kapmak hırsızlık değil, ustalıktır. Bunu düzeltmeye uğraşanların aklına şaşarım. Hatta bu Dünya Savaşı niçin oluyor? Azıcık düşünseniz altından hep bu mesele çıkar. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Jack London’ın “bir oyun” dediği üç perdelik tiyatrosu olan Kadınların Alayı, Dawson’da on üç saat içinde gerçekleşiyor. Varlıklı bir genç olan Floyd Vanderlip’in ve onunla ilgilenen diğer bütün kadınların hikâyesini konu alıyor. London, oyununda güldürürken aynı zamanda da hüzünlendiriyor. «Emin olabilirsin ki soğuk. Her zamanki buz gibi hava. Ama ben bırakacağım, soğuğu bırakacağım. Köpeklerimi kızağa çekip adaletin olduğu diyarlara gitmek üzere yola çıkacağım. Bir adamın bir yıl önceden siparişini verip ödemesini yaptığı şeyi alabileceği yere…»

Аннотация

Hukuk mektebini ikincilikle bitirmiş Nurullah Bey tamamen içinde yaşadığı dönemin çocuğu olsa da huy bakımından babasından bir miras almıştır: Siyasi olaylara karışma konusunda çekingenlik. Ancak dönem II. Abdülhamit dönemidir ve Serhafiye Feyzullah Efendi’nin hafiyeleri etrafta kol gezmektedir. Bir iftira, bir ters söz, bir yanlış anlaşılma, insanları istese de istemese de siyasetin tam göbeğine çekebilmekte; hatta mahpusluklara, sürgünlere yol açabilmektedir. Böyle bir akıbet Nurullah Bey’in de başına gelir ve siyasi olaylara uzak kalmaya çalışan bu genç, yaşadıklarından sonra bir Jön Türk olup çıkar… Romanlarında sosyal meselelere uzak kalmayan Ahmet Mithat Efendi, bu eserinde de dönemin fikrî ve toplumsal yapısını ustalıkla vermiş, Doğu-Batı çatışmasını örnekleriyle anlatmış ve tarihimizde önemli bir yeri olan Jön Türkler’in tarihî konumunu, hangi şartlar altında faaliyet gösterdiklerini gözler önüne sermiştir. Şu aralık istibdada karşı müntakimce neşriyatımızda sürgün yerlerinin, sürgünlerin hâli pek yaman bir şekilde tasvir edilmekte bulunmuş ise de biz üç seneden fazla uzayan sürgünlük müddetimizin ilk yedi sekiz ayından başka pek de acelecilikle yakınılacak cihetlerini görmedik. Hele hiçbir zaman işkence, eza, cefa, görmedik. Hakaret bile çekmedik. Kale içinde her tarafa zaptiye muhafazası altında olarak gidebilirdik. Gündüzleri evimize, evlat ve iyalimiz yanına bile giderdik. Fakat akşamüstü yine hapishaneye dönerdik. Gerçi esirlik ve mahpusluğun bu derecesi de pek ağırdı.

Аннотация

Asla unutulmayacak bir şey varsa o da ilk aşktır. Kimi zaman hüzünlü kimi zaman hoş bir hatıra olarak zihinlerde yer etmiş bu sevda deneyimini uzun yıllar sonra anlatmak, hem anlatanda hem dinleyenlerde buruk duygular uyandırır. Herkesin ilk aşkını anlattığı ve konuşanların üç beş kelime ile ilk sevda deneyimlerini aktardığı bir arkadaş toplantısında, söz sırası Vladimir’e gelmiştir. Ancak Vladimir’in -kendi öz babasının da önemli bir rolünün olduğu- ilk aşk deneyimi üç beş kelimeye sığar cinsten değildir. Onun anlatacakları vardır… Kız, benim kendisine aşk ve alakamı anlamıştı; zaten benim de bunu saklamaya baktığım yoktu… O, benim saf ateş ve heyecanımla oynuyor, beni kâh şöyle bir iltifatıyla bahtiyar ediyor kâh dertten derde atıyordu. Bir başkasının en büyük sevinçlerine, en derin kederlerine biricik sebep olmak; tamamen muktedir ve aynı zamanda mesuliyetsiz bir sebep olmak, büyük bir mazhariyettir. Ben onun parmaklarının arasında artık yumuşak bir bal mumu hükmünde idim.

Аннотация

Halid Ziya’nın, önemi ve değeri oranın­da tanınmamış eserlerinden biri olan “İhtiyar Dost”, edebiyat tarihle­rinde, ansiklopedilerde “hikâyeler” kategorisinde değerlendirilmektedir. Oysa içerdiği yazılar, gerçek an­lamıyla, birer hikâye olmaktan epey uzak ve ayrı ürünlerdir. Bizzat yazarın kendisi de bu yazılar için “Bunlar hikâye midir, makale midir? Makaleye ben­zeyen hikâye yahut hikâyeye benzeyen makale midir? Vasfı bu derece iki cihete müşterek olan bu yazılara makale şek­linde hikâye veya hikâye şeklinde makale demek de müm­kün…” demektedir ve ona göre bu eser, bir “düşünceler romanı”dır. Peki, esere adını veren İhtiyar Dost kimdir? İhtiyar Dost bazen bir sosyolog, bazen bir psikolog, bazen bir botanikçi, bazen bir ekonomist, bazen bir tıp uzmanıdır. Bunların yanında, diğer alanlarda da uzmanlaşmış, kendini geliştirmiş bir bilgedir. Onun bilgisinin yanı sıra tecrübesiyle, politikadan sanata, teknolojiden hukuka, kültürden ekonomiye, pek çok alandaki tartışmalı konu açıklığa kavuşur. Yaşadığı devrin sorunları ve ileride baş gösterebilecek sıkıntılar tüm açıklığıyla resmedilir.

Аннотация

"Şahendeciğim, gönlümü bugün sana tamamıyla açmak ihtiyacındayım. Ben bu dünyada çok şey görmüş, muhabbet tufanları içinde bocalamış, çok tecrübeler geçirmiş bir yaşlı adamım, işte itiraf ediyorum. Aramızdaki yaş farkını düşünmeyerek sevda hodbinliği ile sevgini dileniyorum. Sen bu lütfunla beni gençleştirecek, yaşatacak, bahtiyar edeceksin. Yılların yükü beni öldürmüştü, sen diriltiyorsun. Canlandırmak kuvveti Allah’a mahsustur fakat sen güzelliğinin harikası, gençliğinin feyziyle bu mucizeyi gösterdin. Şimdi benim yerime ayaklarına kapanan yirmi yaşında ateşli bir genç, taze bir âşık olsaydı, onun yalvarmalarında, öpüşlerinde bu minnetli sözlere karşı zafer kazanmış bir hak isteme görülecekti. Sana sahip olmakla sevgisinin şiddeti hafifleyecekti. Ben ise sana her dokunuşumda daha ziyade alevleniyorum. Bu aşkına düşkün kimseyi biraz da sen sev. Bir dost diye sev, koca diye sev, bir baba diye sev… Sev de nasıl seversen sev…" Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Kadının cesedi üzerine atılan toprak yığını, geride kalanlara bir ömrü hülasa ediyordu. İşte neticenin neticesi son buydu. Hayatın bundan başka bir çıkış kapısı yoktu.İnsan bu dünyaya nasıl dil bilmez, tecrübesiz, hatırasız, çıplak geliyorsa bir ömürlük çekişme ile çok defa kazanç şeklinde öteki insan kardeşlerinden çalıp çırptığı malları ve fikir kazançlarını burada bırakarak yine öyle çıplak, dilsiz, fikirsiz gidiyordu. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Аннотация

Alexander Dumas’ın ünlü romanı «Monte Kristo Kontu»nun Türkiye’deki ilk basımı, Türk okuyucusu tarafından büyük rağbet görür. Bunun üzerine Ahmet Mithat, bu romanı örnek alarak Hasan Mellah’ı yayımlamaya başlar. Hasan Mellah da büyük bir ilgiyle karşılanır. Öyle ki eser tamamlandığında roman kahramanlarının akıbetini merak eden okuyucuların ısrarları üzere Ahmet Mithat romanına bir ek yazar. Ahmet Mithat’ın ilk romanı olma özelliğini taşıyan bu eser ilk olarak korsanların elinde esir olarak karşımıza çıkan Hasan Mellah’ın türlü ölümlerden kurtuluş maceralarına yer veriyor. «Allah bize bu çocukları niçin veriyor biliyor musun? Ömrümüzün geçmekte ve ölümün yak­laşmakta olduğunu bize ispat için veriyor. Eğer bize kalacak olursa biz gençliğimizin geçtiğine, kart ve ihtiyar olduğumuza ve gebermek zamanı yaklaştığına mutlaka inanamayacağız. Lakin boyumuzla beraber evladımız yetiştikçe evvela kendimizi çocuk­luktan koparıp o saadeti evladımıza mecburen terk ediyoruz. Sonra onları genç ve civan olmuş görünce ister istemez kartlığı­mızı teslim edeceğiz. Nihayet onları kart görünce kendimizi ihtiyar bularak, onların ihtiyarlığını düşününce bizim için me­zardan başka bir yer kalmadığını müşahede edeceğiz. Ama diyeceksin ki a devletlu, böyle doğurtup, yaşatıp, büyütüp de sonra gebertmekte ne mana vardır. Hazır bir kere yarattıktan sonra devam edip gitsene! İşte dindar olan böyle dememelidir. Çünkü bu söz bizim bencilliğimizden kaynaklanıyor. Çocukluktan al da en ihtiyarlığa ve torunluktan al da en ağa babalığa varıncaya kadar insanın her çağı, ayrı birer saadettir. Bu saadete herkes nail olmak ister.»

Аннотация

"Muhsine Hanım ilk bozayı içip ikincisinin, leblebisiyle beraber çiçekliğin önüne konulmasını söyledikten sonra başladı: 'Gençliğimde hoppaca bir kızdım. Ama Rabb’im saklasın, şimdikiler gibi, erkeklere ne dirseklerimi açıp gösterirdim ne göğsümü. Dünyayı, Konya’yı bilmezdim. Anam babam erken öldü. Fukaralık ayıp değil ya, bana mal mülk olarak damla bırakmadılar. Genç yaşımda komşu ellerine kaldım. Eş dost gayret etti, cömertlik gösterdi. Herkes hâline göre bir hediye verdi. Eşya düzdüler, beni tellediler, pulladılar, herifin birine verdiler. Kör olası pek sarhoş ve soysuz çıktı. O arı, ben çiçek, o burgu, ben tahta. Tanrı’nın günü haşlar, canımı yakar. Yemeğin tuzu çok olmuş der, döver; mintanımı çarpık biçmişsin der, döver. Kısacası, paya pay, üç sene dayağını yedim, kahrını çektim. Artık illallah, canıma tak dedi. Bir gün, o evde yokken bohçamı bağladım, kaçtım. Boşandım, kurtuldum. Bana ettiği yanına kalmadı. Kendisi de meyhane peykesinde can verdi gitti.' " Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.