Аннотация

Аннотация

Аннотация

Osmanlı’nın son dönemleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasındaki dönemde yaşamış, çok yönlü kişiliğiyle dikkatleri çekmiş, bulunduğu görevlerde ve mecliste söz hakkı olan Safvet Yetkin’in anlatıldığı bu kitapta, siyasetçi yönüyle ne kadar başarılı olduğunu görüyoruz. Halkın sıkıntılarını çok iyi görerek bunu mecliste çözüme kavuşturmaya çalışır ve kimsenin aklına gelmeyen sorunlardan bahsederek her kesimden insanın âdeta sesi olur. Üç bölüme ayrılan kitabın ilk bölümünde Zekeriya Akman, Safvet Yetkin’in hayatını ve deneyimlediği önemli olayları; ikinci bölümde, görev yaptığı önemli kurumları; üçüncü bölümde ise ilmî kişiliği hakkında bilgi vererek Yetkin hakkında geniş bir anlatı sunar bizlere. Safvet Yetkin hakkında geniş kapsamda yazılmış nadir kitaplardan biri olma özelliğiyle de dikkatleri çeker.

Аннотация

Genç, yakışıklı ve çapkın bir adam olan Baron, tatil için gittiği bir otelde zamanını renklendirecek bir kadın arayışındadır. Kısa süre içerisinde bu kadını bulan adam, amacına ulaşmak için ilk adımı onun on iki yaşındaki oğluyla ahbaplık kurarak atar. Ancak küçük oğlan Edgar, bir yetişkinin arkadaşlığına alışıp kendisini kaptırdıktan sonra, bu arkadaşlığı annesine verme korkusuyla yüz yüze gelir. Çok geçmeden yetişkin arkadaşının niyetini sezen Edgar, annesinin içine sürüklendiği fakat kendisinin bir türlü anlayamadığı macerada, çocukluğun verdiği temiz içgüdüyle annesini korumaya çalışmaktadır. Öyle ki, büyüklerin yaşantısı bazen çocukların masum bakışıyla daha net görünmektedir. “Zekâyı hiçbir şey tutkulu bir şüpheden fazla bileyemez, hiçbir şey olgunlaşmamış bir zekânın tüm imkânlarını karanlığa doğru giden bir yoldaki kadar geliştiremez. Bazen tek ve ince bir kapıdır; çocukları bizim gerçek kabul ettiğimiz dünyadan ayıran ve tesadüfen esen bir rüzgâr onu açıverir.”

Аннотация

Yazı makinesi unvanını layıkıyla taşıyan Tanzimat dönemi yazarımız Ahmet Mithat Efendi’den kendine özgü dil ve üslubuyla kaleme aldığı başarılı bir eser: Taaffüf… Roman kahramanlarımızdan Rasih Efendi, Türk âdetleriyle yetiştirilmiş, iyi yürekli ve kültürlü genç bir beydir. Saniha Hanım ise biraz alafranga ama o da iyi yetiştirilmiş, kültürlü genç bir hanımdır. Birbirleriyle evlenmesi münasip görülmüş, ahlaklı ve birbirine denk yetiştirilmiş bu iki gencin ilişkisi evlilikle nihayet bulur. Bu evlilik ufak bir sınavdan geçecektir. Bu sınavda “Minerva gibi mi yoksa Venüs gibi mi davranılacak? Gerçek bir aşk hikâyesi mi yoksa sadece bir idefiks mi?” diye düşünürken sadakatinden ve ahlakından hiçbir zaman ödün vermeyen roman kahramanımız Saniha Hanım’ın ağzından şu büyülü sözler dökülüverir: «Geçen gün size 'Rasih’im ben sana âşığım!' dememiş miydim? Bunu tekrar ederim. Rasih’im, sana yeniden âşığım! Fakat yalnız o tasvir bahsini, o mitoloji bahsini, her gün anlatarak ve birçok meseleyi de onlar üzerinden ve fevkalade bir maharetle hallederek ve bu cihetten erkek nevinin en güzidelerinden olduğun için değil! O mektup parçalarını yeniden tertip ederek zevcenin epeyce bir kabahatine vâkıf olduğun hâlde onu yüzüne vurarak kendisini mahcup ve zor durumda bırakmayı istememek derecesinde bir cömertlik ve kahramanlıkta bulunduğun için sana yeniden âşık oldum Rasih’im!»

Аннотация

Okumak için Paris’e giden Meftun Bey, öğrenimini tamamlayamadan yurda dönmüştür. Bu Paris günlerinden kendisine ne sağlam bir eğitim ne zengin bir kültür ne de dört başı mamur bir dünya görüşü kalmıştır. Sadece gittiği ülkenin kültürüne hayran kalmış, kendi benliğini unutacak kadar bu kültüre bağlanmıştır. Bu yüzden de İstanbul’daki yaşantısını alafranga kültüre göre tanzim etme sevdasına düşmüştür. Ancak bunu da elini yüzüne bulaştırmış, tam manasıyla bir Batı özentisi olup çıkmıştır… Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu eseri 1901’de yazılmasına rağmen sansüre uğramış ve ancak 1911’de basılabilmiştir. Gürpınar, Meftun Bey’in kişiliğinde, Osmanlı’nın son zamanlarında görülen Batı özentiliğini ironik ve mizahi bir dille eleştirmiş Recaizade Mahmut Ekrem’in Bihruz Bey’ine benzer bir tip çıkarmıştır ortaya. «Hele bu kazancı noktası noktasına eşeleyelim. Karşımıza büyük bir hırsızlık yığını çıkar. Sonra bu büyük hırsızlar, varlıklarının yüzde biri, ikisi kadar para gözden çıkararak mektepler, kütüphaneler yaptırıp kendi cinslerinden olan insanların saygılarına hak iddia etmeye uğraşıyorlar. Ne gülünç komedi! Vicdan sahibi bir adam, hiçbir meslekte milyoner olamaz. Çünkü azıcık bir paranın yokluğu yüzünden köşede bucakta can veren zavallıların korkunç sefaletleri o vicdan sahibini lüzumundan ziyade para biriktirmekten alıkoyar, âdeta iğrendirir.»

Аннотация

Sahaf Mendel II. Dünya Savaşı yıllarından entelektüel bir kitap bilgini olan Sahaf Mendel, trajik öyküsünün anılar ve duyumların harmanıyla zamanında müdavimi olduğu Kafe Gluck’taki ondan kalan boş yerinde sanki yeniden canlanıyor. Savaşın acımasız yıkımı ve anlamsızlığı karakterin öyküsünde okuyucuya resmediliyor. “Mendel, artık Mendel değildi, tıpkı dünyanın artık eski dünya olmadığı gibi…” Görünmez Koleksiyon Kör bir koleksiyoner, artık var olmadığını ve değersiz kâğıt parçalarına dönüştüğünü bilmediği koleksiyonuna derin bir bağlılık duyar. Koleksiyonundan en ufak bir kaybın onu yıkıma uğratacağını bilmesine rağmen ailesi, zor şartlardan dolayı birer birer o nadide eserleri elden çıkarır. Yerine de hiçbir değeri olmayan kâğıtlar yerleştirirler. Rutini, bu değersiz kâğıtların sırayla düzenlenmesine ve onlarla kurduğu bağın dokunuşlarıyla ifadesine dönüşür. Bu bağlılık ise artık sadece bir yanılgıdan ibarettir. “Trajik bir biçimde hiçbir şeyden haberi olmayan adam hatıralarında oldukça gerçek olan resimleri hiç hata yapmadan kusursuz bir biçimde ve sırasıyla, her bir resmi en ince ayrıntısına kadar övdü ve tarif etti: Görünmez koleksiyonu çoktan rüzgârların dağıttığı bu kör adamın, acıklı bir biçimde aldatılmış insanın vizyonunun coşkusu o kadar muhteşemdi ki, neredeyse ben bile buna inanmaya başlayacaktım.” Bir Zanaatkâr ile Beklenmedik Karşılaşma Paris’in kalbi sayılan Strasburg Bulvarı’nın ortasında, kalabalık insan selinin ve dükkânların ışıltıları arasından bir yankesiciyi fark eden anlatıcı, onu bir anda göz hapsine alıyor. Yankesicinin işini sanatsal bir icrayla gerçekleştirmesi anlatıcıyı bir yandan büyülerken bir yandan da onu ahlaki çelişkiye düşürüyor. Anlatıcı, metcezirin doruğuna meraklı bir heyecanla tırmandırıyor. “O artık çivisi çıkmış dünyadaki sayısız yoksul, sefil, kovalanan, hasta ve perişan insandan biriydi sadece ve ben birdenbire kendimi onunla meraktan öte daha derin bir katmandan bağlandığımı hissettim.”

Аннотация

İki eserin bir araya getirildiği bu kitapta, ilk eser, pek çok zaman yazdıklarıyla Batılı yazarların İslam ve Osmanlı’ya karşı ön yargılı fikirlerini çürütmeyi amaçlayan Namık Kemal’in, “İslam’ın ilme engel olduğunu, Müslümanların İslam’dan kurtulmadıkça ilerlemelerinin mümkün olamayacağını” ileri süren Fransız düşünür Ernest Renan’nun 1883 yılında Sorbonne Üniversitesinde verdiği “İslam ve İlim” başlıklı konferansa ve bu isimle yayımladığı kitaba karşı İslam’ı savunan bir müdafaanamesidir. Ayrıca eser içerdiği derinlikli bilgileri sebebiyle sadece Renan’nun fikirlerine değil Avrupa düşüncesinin yanlı görüşlerine de bir cevap niteliğindedir. «Garip şey! Meğer Müslüman olduğumuz için başımızın etrafına bir 'demir halka' geçirilmiş, o halka da duyularımızı her çeşit ilme, her türlü öğrenime ve yeni bilgilere kapalı tutarmış ve bizim bundan hâlâ haberimiz yokmuş!» İkinci eserde ise Türk tarihinin meşhur müdafaalarından Kanije Müdafaası konu edilmektedir. Namık Kemal bu eserinde bu tarihî olayı bütün canlılığıyla resmetmiş ve Türk askerlerinin üstün gayretlerini, Tiryaki Hasan Paşa’nın zekâ dolu çözüm yollarını bir roman havasında anlatmıştır. «Üç ay boyunca aç kaldık! Yastık yerine kılıçlarımıza yaslandık! Bu kadar kardeşimiz gözümüzün önünde şehit oldu. İçimizde yara almamış bir tek insan kalmadı. Gülleler içinde yuvarlandık. Bu kadar gayret ve fedakârlığın neticesini bugün alacağız. Elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız. Bu yüzden gayet iyi biliyoruz ki düşman karşısında vefat edenlerimiz şehit olurlar. Şehitlik Allah indinde peygamberlikten sonra gelen en yüce rütbedir. Sağ kalanlarımız ise gerek dünyada ve gerekse ahirette kurtuluşa, selamete erer. Ben Alman düşmanın hücum şeklini çok iyi bilirim. Bir kere geri çekilirse mağlup olduğu gündür. Yerlerinizde sebat edip ilk hücumda asla yılmayın. Bir kere böyle hareket ederseniz Allah’ın yardımıyla zafer mutlaka bizim olacaktır!»

Аннотация

Elit tabakadan gelen, saygın ve centilmen bir yedek subay, hayatının heyecanının kaybolduğu günlerden bir gün, at yarışı seyretmeye gider. Yarış esnasında yerde başkasına ait bir bilet bulur ve bu biletle at yarışı oynayıp para kazanır. Hem ihtiyacı hem de hakkı olmayan bu parayı alıp cüzdanına koyması, yedek subayın hissiyatında birtakım çalkalanmalara sebep olur. Yedek subay işlediği bu hırsızlık suçu sebebiyle hem suçlanmaktan korkup yaptığı işten utanç duymakta hem de içinde yer aldığı burjuva dünyasının kemikleşmiş yaşantısından kendini dışarı atmanın mutluluğunu yaşamaktadır. 36 yıllık yaşamında ilk kez kendini bu kadar canlı hisseden başkahramanımız, içten içe muhtaç olduğu sevgi isteğiyle beraber, kaybettiği benliğini bulma yolculuğuna düşecek ve çevresinde görmezden geldiği insan hikâyelerinin farkına varmaya başlayacaktır. Bu tutkunun fırtınasıyla bir kapı açılmıştı. İçime doğru bir derinleşme oldu. Haz dolu bir baş dönmesiyle içimdeki bu bilinmeyene bakarken hem korktuğumu hem de mutlu olduğumu hissettim. Çevremde gülerek ve sohbet ederek dalgalanan binlerce insanın içinde ben kendimi, içimdeki o yitik insanı arıyordum, hatırlamanın o büyülü sürecinde yılları yoklayarak gerilere gittim. (…) Artık size ait değilim, artık değilim; belki yükseklerde, belki diplerde, dışarılarda bir yerlerdeyim; fakat asla ve asla sizin burjuva refahınızın düz kumsallarında değilim artık.(…) Hayır, artık asla o insan olmak istemiyordum. Geçmişteki o kusursuz, duygusuz, dünyadan kopuk centilmen olmak istemiyordum, suçun ve dehşetin tüm derinliklerine dalacak olsam da artık gerçek yaşamı istiyordum!

Аннотация

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, toplumun aksayan yönlerini mizahi bir dille eleştirdiği ve yedi öyküsünün bir araya geldiği Melek Sanmıştım Şeytanı eserinde, maruz kaldığı baskının etkisiyle eşini aldatan Hüsnü’nün hikâyesine kendi ağzından tanık oluyoruz. Ve bu ihanetin neticesinde bir çocuk doğuyor dünyaya. Hüseyin Rahmi, Hüsnü karakteriyle yaşanan olaylar üzerinden fikirlerini okuyucuyla paylaşıyor. “… Aynı ağır işin sorumlusu babalar, karlı bir gecenin şiddetiyle köprü altında titreyen sefil çocuğun vücuduna sebep belki siz olduğunuzu akla getirmekle hiçbir yürek sızısı duymadınız mı?” Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.