Аннотация

Henüz gençliklerinin baharında olan Rahmi ve Sinem'in masum ve temiz hayatlarının, aynı okul sıralarında başlayan saf sevgilerinin hikâyesini anlatıyor Emin Göncüoüğlu. Rahmi, bir esnafın oğlu ve Sinem de memur anne babanın kızıdır. Yaşadıkları küçük kent, günlük yaşam mücadelesi onları yakınlaştırmaya başlar. Ancak Rahmi'nin etrafında pek de dost olmayan kimseler vardır. Rahmi'nin temiz ve aydınlık hayatını çevresindeki kirli ve düşman kişiler henüz hayatının başında soldurmaya ant içmişlerdir. "Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”

Аннотация

İstanbul ve Urfa… Filmlere konu olmuş iki şehir… Ve bu şehirlerden taşan hayatlar… Arayış içinde olan Nusret, İstanbul’un geniş caddelerindeyken adını koyamadığı bir hissin çekimine kapılmasıyla Urfa’nın dar sokaklarında bulur kendini; Urfa’nın dar sokaklarında ve daha önce yalnızca gazete haberlerinde şahit olduğu töre kıskacındaki bir hayatın içinde… Nagihan’ın hayatıdır bu. Daha on dokuzundadır Nagihan. Hayat, dost düşman ayrımını yapamayacağı bir yaşta, kendi kanından birini çıkarır karşısına. Ve Urfa’da bu üç kişi -Nusret, Nagihan ve düşmanı- karşı karşıya gelir. Sonuç ise yine bir gazete haberidir; daha küçük, daha önemsiz ve daha az yer kaplayan…

Аннотация

Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal, aynı zamanda kendinden sonra gelen yazarları etkilemiş ve edebiyatımıza yön vermiş kıymetli isimlerden bir tanesidir. Tıpkı bir aynanın ışığı yansıtması gibi o da yaşamın renklerini göründüğü şekliyle sayfalara aksettirir. Hikâyelerinde anlattığı kişileri bizim içimizden seçer. Ev hanımı, köylü, doktor, terzi ve sokakta oyun oynayan çocuklara kadar hemen hepsi onun şahıslarıdır. Kelepir adlı eserinde hikâyelerindeki bu tanıdık simalara aşinayızdır. Çamur Ahmet’in Çıkışları adlı hikâyede eğitim sisteminden, Berrin’in Evliliği’nde aile “kurmaktan” çok “olabilmekten”, Yusuf Koçoğlu adlı öyküde ise baba ve oğul ilişkisi gibi konulardan bahseder. Kendisinin de belirttiği üzere “insanlara yaşamak için ümit ve neşe veren” yazılardan hoşlanır. Kalemini bu minvalde oynatırken insanları da derin bir tesir altında bırakır… «Açlıktan korkmayacaksın, lafı zehir zemberek, gönüllü ite versen yenmez gibi söyleyeceksin, hırsıza hırsız, bozguncuya bozguncu diyeceksin ki herif, 'Beni tanımıyorlar, dalgayı çakmıyorlar, mandepsiye basıyorlar, yutturuyorum!' demesin. Demesin de gene becerebilirse yapsın! Benim raconumda hırsızlar, yüzsüzler, beceriksizler ve uyuzlar kendi adlarını bilmelidirler. Bu töre herkesi kendi yerine oturtur.»

Аннотация

Lev Tolstoy; 1851 yılında, henüz yirmi üç yaşındayken Kafkaslardaki savaşa gönüllü olarak katılır. Savaşın benliğinde bıraktığı tüm etkileri, zihnine kazıdığı tüm izlenimleri çeşitli romanlarına aktarır ve tam kırk beş yıl sonra Hacı Murat’ı yazmaya karar verir; eser ancak ölümünden sonra yayımlanır. Gözü kara, çevik, korkusuz, yürekli bir yiğit; ne ile yıldırılabilir? Prangalara mahkûm edilemeyen, kılıcından tüm diyarlar nasiplenen Hacı Murat; ailesinin tutsak edilişi ile eli kolu bağlı bir vaziyette kalır. Hiçbir koşulda eğilmeyen, düşmanın dahi hayran olduğu başı; bir gün olur, hain ellerin oyuncağı hâline gelir. Hacı Murat, savaş tarlasının ortasındaki o göz alıcı deve dikenidir. Dikenlerinin batmasından korkanlar, elini uzatarak koparmaya cesaret edemeyenler; onu ancak bir tarlanın sürülme kargaşasında ezebilirler. «Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda 'Tatar' denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı.»

Аннотация

Okurların gönlünde «Ermiş»le taht kuran Lübnanlı büyük yazar ve şair Halil Cibran, «Asi Ruhlar»da dört kısa hikâyeyle karşımıza çıkıyor. Birbirinden bağımsız bu dört hikâye, özü itibarıyla kendisinden öncekini tamamlayan bir nitelik arz ediyor. Her hikâye, uyanışın farklı bir yönünü ele alıyor. Cehaletin, törenin ve zorbalığın korkuyla sindirdiği insanoğlu, bir gün başını kaldırıp bu makûs talihe isyan ederse ne olur? Foyasını açığa çıkardıkları bu duruma nasıl tepki gösterir? Arkasında kendisini destekleyen birilerini bulabilir mi? Hacminin küçüklüğünün bir çırpıda okunabilir kıldığı Asi Ruhlar, içeriğinin derinliğiyle kolay kolay unutulmayacak, kesif ve mükellef bir eser… «Özümü kucaklayan ruha, kalbime acısını döken yüreğe, duygularımın meşalesini yakan ele bu kitabı takdim ederim.» Halil Cibran

Аннотация

Yeniçeri Ocağı'na mensup Osman Çorbacı ile yine bir yeniçeri kızı olan karısı Ayşe’nin bir yanlış anlaşılma yüzünden evliliklerini bitirmeleri üzerine gelişen olaylar, talihsiz ve yetim bir yeniçeri olarak büyüyen Civelek Hüsnü’nün trajik öyküsüne doğru evriliyor. Yeniçeriler, Yeniçeri Ocağının yavaş yavaş çözülmeye başladığı döneme de ışık tutmasıyla tarihî bir özellik taşıyor. «…Aşkı önlemek için ne kadar çalışılsa da aşk bir kat daha artar. Aşk bir ejderhaya benzetilebilir ki yedi başından hangi birini kesecek olsalar yerine yedi daha çıkar…»

Аннотация

Bir savaş başlıyor, tarafların mücadelesi ile sürüyor ve nihaye-tinde kimileri için olumlu kimileri için ise olumsuz olarak sonuçla-nıyordu. İnsanlar, canlarını dişlerine takarak güçlerini savaş mey-danına aktarıyor; kimileri ölüp giderken kimileri zafer kutlaması yapıyor ve savaş bitiyordu. Savaş bitiyordu lakin savaşın getirdikleri yahut götürdükleri, onunla birlikte silinip gidebiliyor muydu? Ağaçların yara almış gövdeleri, bir gün kavuşur muydu? Evlerin duvarları ve bahçe çit-leri kendiliğinden onarılır, eskisi gibi olur muydu? Üzerinde atların dörtnala tepindiği ve askerlerin ayakları altında ezilen arazilerde yeniden otlar biter miydi? Savaş fiilen bitse de insanların zihnin-den silinir miydi? Peki ya bu savaş, verdiğimiz yaşam savaşı olsaydı, durum değişir miydi? Yaşam ile insan arasında doğan savaş, hepsin-den de çetin geçerdi. Zafer yahut yenik düşme ile nihayete eren bu mücadelede kazanan da kaybeden de yine insan olurdu. Peki gövdesi zarar gören ağaç, bir daha bitmeyecek olan otlar ve du-varları aşınmış evler?.. Yaşam savaşında bunların hepsi, insanda toplanırdı. Savaş gelip geçer lakin insanlık muhakkak bir şeyleri kaybederdi. Yaşam Savaşı, Charles Dickens’ın diğer eserlerine kıyasla daha geri planda kalmış ve popülerlik düzeyine ulaşamamış olan romanıdır. Zira insanlık, bazen en çok ihtiyacı olanı ve kendisinden izler taşıyanı görmezden gelebilmektedir! Dickens, savaşı bir metafor olarak kullanır ve anlam dünya-sının kapılarını sonuna kadar açık tutar. Okur, Yaşam Savaşı’nın içerisinde kendi mücadelesi ile yüzleşmeye bırakılır.

Аннотация

İstanbullu zengin ailelerin yaz mevsimini Boğaziçi’ndeki yalılarda geçirdiği bir dönemin romanı Yalı Çapkını… Rengârenk ipek çarşaflar içinde güzelliği dillere destan kadınların arzıendam ederek delikanlıları peşlerinden koşturduğu, Boğaz’da sandal sefaları yapılan, musiki dinlenen o eski zamanlar… Sabiha, masum güzelliğiyle Fazıl Azmi’nin kalbini çalarken hayatının baştan sona değişeceğini tahmin bile edemezdi… Aşkın her şeyi mübah kılıp kılmadığını tekrar sorgulatan bir kitap Yalı Çapkını… Hayat ona evvela renk renk çiçekli bir bahçe gibi görünmüş; sonra birdenbire fırtınalar, kasırgalarla karşılaşmıştı. Aşk, kıskançlık, ölüm, gönül kırgınlığı ve ümitsizlik hep bir arada, bir yıllık hayatının sayfalarını doldurmuştu. Gözlerinin önünde düz ve pürüzsüz bir yol gibi açılan hayat, nasıl olup da birdenbire hendekler, arızalar ve engellerle kaplanıvermişti?

Аннотация

1) Haydar Dede'nin Diyanet İşleri Başkanı Olduğu Gün 2) CHP'nin Tek Başına İktidar Olduğu Gün 3) İstanbul'un 8,2 Şiddetindeki Depremde Yıkıldığı Gün 4) PKK'nın Fethullah Gülen'in Cenazesini Kaçırdığı Gün 5) Abdullah Öcalan'ın Milletvekili Seçildiği Gün 6) Halife Uyandığı Gün 7) Türk Ordusunun Kudüs'e Girdiği Gün 8) Turan Yazılım'ın Microsoft'u Satın Aldığı Gün 9) Türkiye'nin NATO ve AB'den Ayrıldığı Gün 10) Recep Tayyip Erdoğan'ın Öldüğü Gün

Аннотация

Türk edebiyatının en üretken isimlerinden olan Abdülhak Hamit Tarhan, yeni Türk şiirinin kurucuları arasında yer almakla birlikte birçok başarılı tiyatro eserine de imza atmıştır. Abdülhak Hamit Tarhan'ın Endülüs tarihinden yola çıkarak kaleme aldığı beş tiyatro eserinin dördüncüsü: Tezer yahut Melik Abdurrahmân-is-sâlis'tir. Sefil bir hayat süren Tezer ile nişanlısı Rişar; kurtuluş yolunu, Tezer'in saraya girip Melik Abdurrahman’ı kandırarak para sızdırmasında aramışlardır. Bu plan, zamanla Rişar'ın yüreğinde derin bir kıskançlık uyandırmış ve onu intikam almaya yönlendirmiştir. Hristiyan ve Müslüman halk arasında çıkarılan fitneler, onları hazin bir sona sürüklemiştir. «Başkasıyçündü âleme gelişim. Şimdi de ölmedir sizinçün işim! Ana âşıktım, eylemem inkâr; Sana oldum fakat perestişkâr! Cânımı ben fedâ ederdim ana; Anı ettim bugün hediyye sana! Bana ölmek gelir mi şimdi giran? Yine birleştirir bizi ayıran!..»