Скачать книгу

kahve için kızlarının dışarıda birbirleriyle yavaş sesle: “Sen pişir!” diye münakaşa ettiklerini duymuş, hiç sesini çıkarmamış, fakat on gün sonra ikinci bir defa evlerine gidişimde hemen dışarı seslenerek:

      “Kahve pişirmeyin, içmiyor!” demişti.

      Kendisine ağır gelen bu hadisenin tekrarını görmemek için yaptığı bu harekette beni kendisine mahrem34 etmiş olması, ona daha çok bağlanmama sebep oldu. Hâlâ daha bir şey konuşmamıştık, fakat artık buna hayret etmiyordum. Onun sessiz sedasız yaşayışı, tahammül edişi, insanların zaaflarına merhametle ve edepsizliklerine eğlenerek bakışı, kâfi bir irade değil miydi? Beraber yürüdüğümüz zamanlar yanımda gidenin bir insan olduğunu bütün kuvvetimle hissetmiyor muydum? Bu sıralarda, insanların birbirlerini aramaları, bulmaları ve birbirlerinin içini seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak surette lazım olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan gidecek birini aradıklarını anladım. Yanımda ağzını açmadan yürüyen, karşımda ses çıkarmadan çalışan bu adamdan ne öğrendiğimi iyice bilmediğim halde, bana senelerce ders veren birinden öğrenebileceğimden çok daha fazla şeyler öğrendiğime emindim.

      Onun da benden memnun olduğunu hissediyordum. Her insana ve ilk tanıştığımız sıralarda bana karşı gösterdiği o ürkek ve çekingen hali kalmamıştı. Yalnız, bazı günler birdenbire vahşileşiyor, gözleri bütün ifadesini kaybediyor, küçülüyor ve kendisine hitap edildiği zaman yavaş, fakat her türlü yakınlaşmayı meneden bir sesle cevap veriyordu. Böyle zamanlarında tercüme yapmayı da ihmal ediyor, çok kere kalemi yanına bırakarak saatlerce önündeki kâğıtları seyrediyordu. Onun şimdi bütün mesafelerin ve zamanın arkasına çekilmiş olduğunu ve oraya kimseyi bırakmayacağını seziyor ve hiç sokulmak teşebbüsünde bulunmuyordum. Yalnız, içimi bir endişe kaplıyordu, çünkü Raif Efendi’nin hastalıklarının, garip bir tesadüfle, ekseriya böyle günleri takip ettiğini fark etmiştim. Bunun sebebini pek çabuk, fakat pek hazin bir şekilde öğrendim, fakat her şeyi sırasıyla anlatacağım.

      Şubat ortalarında bir gün Raif Efendi gene şirkete gelmedi. Akşamüzeri evine uğradığım zaman kapıyı karısı Mihriye Hanım açtı.

      “Buyurun, siz misiniz?” dedi. “Biraz evvel uykuya daldı. İsterseniz uyandırayım.”

      “Hayır! Rahatsız etmeyin. Nasıl?” dedim.

      Kadın beni misafir odasına aldı.

      “Ateşi var. Bu sefer sancıdan da bahsediyor.”

      Sonra, şikâyet eden bir sesle ilave etti:

      “Ah oğlum, kendine de hiç dikkat etmiyor, çocuk değil ki. Ortada hiçbir şey yokken birden nevri dönüyor, ne oluyor bilmem. Oturup insanla iki laf etmez ki. Başını alıp gidiyor. Sonra da işte böyle yatağa seriliveriyor.”

      Bu sırada yandaki odadan Raif Efendi’nin sesi işitildi. Kadın, çabucak oraya koştu. Ben hayret içinde kaldım. Sıhhatine bu kadar dikkat eden, yün fanilalar, atkılar içinde kendini nasıl muhafaza edeceğini bilmeyen bu adamın herhangi bir ihtiyatsızlıkta bulunacağına ihtimal verilebilir miydi?

      Mihriye Hanım tekrar gelerek:

      “Kapı çalınca uyanmış. Buyurun.” dedi.

      Raif Efendi’nin halini bu sefer biraz düşkün buldum. Benzi pek sarı, nefesi pek süratliydi. Her zamanki çocukça tebessümü bana daha ziyade yüzün adalelerini yoran bir sırıtma gibi geldi. Gözleri de camların altında, daha derine kaçmışa benziyordu.

      “Ne oldunuz gene Raif Bey, geçmiş olsun!” dedim.

      “Teşekkür ederim.”

      Sesinde hafif bir kısıklık vardı. Öksürdüğü zaman göğsü adamakıllı sarsılıyor ve hırıldıyordu. Merakımı çabucak gidermek için sordum:

      “Kendinizi nasıl üşüttünüz? Herhâlde soğuk algınlığı olacak.”

      Uzun müddet yatağının beyaz örtüsüne bakarak durdu. Çocuklarıyla karısının beyaz karyolaları arasına sıkışmış duran küçük bir demir soba, odayı fazla sıcak yapmıştı. Buna rağmen karşımdaki üşür görünüyordu. Yorganını boğazına kadar çekerek:

      “Evet, soğuk aldım galiba.” dedi. “Dün akşam yemekten sonra biraz dışarı çıkmıştım.”

      “Bir yere mi gittiniz?”

      “Hayır, şöyle azıcık dolaşmak istedim. Ne bileyim. İçim sıkıldı galiba.”

      Onun herhangi bir şeye içi sıkıldığını söylemesi beni şaşırttı.

      “Biraz fazla yürümüşüm… Ziraat Enstitüleri tarafına gitmiştim… Keçiören yokuşunun alt başına kadar gelmişim. Hızlı mı yürüdüm nedir… Sıcak bastı… Önümü açtım… Hava da rüzgârlıydı… Biraz da kar sepeliyordu… Herhâlde üşüdüm…”

      Gece vakti, kar ve rüzgârda, tenha yollarda, göğsünü bağrını açarak saatlerce dolaşmak Raif Efendi’den beklenir şey değildi.

      “Bir şeye mi canınız sıkıldı?” dedim.

      Telaşla cevap verdi:

      “Yok canı… Ara sıra olur… Gece vakti yalnız başıma dolaşmak isterim. Kim bilir, evin gürültüsü mü canımı sıkıyor nedir!”

      Sonra, fazla söylemiş olmaktan korkar gibi acele acele:

      “İnsan ihtiyarladıkça böyle oluyor galiba.” dedi. “Çoluk çocuğun ne kabahati var.”

      Dışarıda gene gürültü, hızlı konuşmalar başlamıştı. Mektepten dönen büyük kız içeri girdi, babasının yanaklarını öptü.

      “Nasıl oldun babacığım?”

      Sonra bana dönerek elimi sıktı.

      “Efendim, hep böyle oluyor. Ara sıra aklına esip, ben biraz kahveye gideceğim, diyor sonra da kendini orada mı üşütüyor, yolda mı üşütüyor nedir, hastalanıveriyor. Kaç defadır böyle oldu. Kahvede ne var bilmem!”

      Paltosunu sıyırıp bir iskemlenin üzerine attıktan sonra hemen dışarı çıktı. Raif Efendi’nin bu hallerine alışmışa benziyor ve fazla ehemmiyet vermiyordu.

      Hastanın yüzüne baktım. O da gözlerini bana çevirmişti ve bunlarda hiçbir izah, hiçbir hayret yoktu. Ben, ev halkına niçin bu yalanı söylediğini değil, bana niçin hakikati söylediğini merak ediyor, fakat bundan biraz da gurur duyuyordum: Bir insana başkalarından daha yakın olmanın gururunu.

      Dışarı çıkıp evin yolunu tuttuğum sırada düşünmeye daldım. Acaba Raif Efendi hakikaten basit ve içi bomboş bir adam değil miydi? Hayatta hiçbir gayesi, hiçbir ihtirası olmadığı, insanlara, kendisine en yakın olanlara karşı bile, bir alâka duymadığı muhakkaktı. Şu halde ne istiyordu? Onu gece vakti sokaklara düşüren acaba içinin bu boşluğu, hayatının bu gayesizliği değil miydi?

      Bu sırada, oturduğum otelin önüne geldiğimi gördüm. Burada, iki karyolanın zor sığdığı bir odada bir arkadaşla beraber oturuyorduk. Saat sekizi geçiyordu. Canım yemek istemediği için odama çıkmayı ve biraz kitap okumayı düşündüm, fakat derhâl vazgeçtim. Otelin altındaki kahvede gramofon tam bu saatlerde sesini son haddine kadar yükseltiyor ve yanı başımızdaki odada yatan Suriyeli bar artisti, işine gitmek için makyajını yaparken Arapça şarkılarının en cırlaklarını bu sıralarda söylüyordu. Geriye dönerek kenarları çamurlu asfalt üzerinde Keçiören istikametinde yürüdüm. Yolun iki tarafında evvela otomobil tamir atölyeleri, basık salaş kahveleri vardı. Sonra sağ tarafta, tepeye doğru tırmanan evler, solda, biraz çukurda,

Скачать книгу


<p>34</p>

Mahrem (Ar): Cümledeki anlamı: Sırdaş