Скачать книгу

olan Hamdi’nin beni böyle ortada bırakıvermesinin sebebini düşündüm. Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı âdetlerinden biri galiba eski – ve kendilerinden geri kalmış – arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar siz diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça sen diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak… Bütün bunlarla son günlerde o kadar çok karşılaşmıştım ki Hamdi’ye kızmak ve gücenmek aklıma bile gelmedi. Sadece kalkıp, kimseye haber vermeden gitmeyi ve bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmayı düşündüm, fakat bu sırada beyaz önlüklü, başörtülü, yaşlı bir köylü kadın yamalı siyah çoraplarıyla, hiç ses çıkarmadan kahve getirdi. Üzeri sırma çiçekli lacivert koltuklardan birine oturdum, etrafıma baktım. Duvarlarda aile ve artist fotoğrafları, kenarda, hanıma ait olduğu anlaşılan bir kitap rafında, yirmi beş kuruşluk birkaç romanla moda mecmuaları vardı. Bir sigara iskemlesinin altına dizilmiş bulunan birkaç albüm, misafirler tarafından bir hayli hırpalanmışa benziyordu. Ne yapacağımı bilmediğim için onlardan birini aldım, daha açmadan Hamdi kapıda göründü. Bir eliyle ıslak saçlarını tarıyor, ötekiyle açık yakalı beyaz Frenk gömleğinin düğmelerini ilikliyordu.

      “E, nasılsın bakalım, anlat!” diye sordu.

      “Hiç! Söyledim ya!”

      Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal, eriştiği mertebeleri gösterebildiğine yahut da benim halimi düşünerek benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için alâka ve merhamet göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi.

      “Yazı filan yazıyor musun?” dedi.

      “Ara sıra… Şiir, hikâye.”

      “Bir faydası oluyor mu bari?”

      Gene güldüm. O, “Bırak böyle şeyleri canım!” diyerek pratik hayatın muvaffakıyetlerinden, edebiyat gibi boş şeylerin mektep sıralarından sonra ancak zararlı olabileceğinden bahsetti. Kendisine cevap verilebileceğini, münakaşa edilebileceğini aklına asla getirmeden, küçük bir çocuğa nasihat verir gibi konuşuyor ve bu cesareti, hayattaki muvaffakıyetinden aldığını tavırlarıyla göstermekten de hiç çekinmiyordu. Yüzümde, pek ahmakça olduğunu adamakıllı hissettiğim bir gülümsemeyle hayran hayran ona bakıyor ve bu halimle kendisine daha çok cesaret veriyordum.

      “Yarın sabah bana uğra,” diyordu. “Bakalım, bir şeyler düşünürüz. Sen zeki çocuksundur, bilirim; pek çalışkan değildin, ama bunun ehemmiyeti7 yok. Hayat ve zaruretler8 insana birçok şeyler öğretir… Unutma… Erkenden gel, beni gör.”

      Bunları söylerken mektepte kendisinin de ileri gelen tembellerden olduğunu tamamen unutmuşa benziyordu yahut da bunu, burada yüzüne vuramayacağımdan emin olduğu için pervasızca konuşuyordu.

      Yerinden kalkar gibi bir hareket yaptı, hemen doğruldum ve elimi uzatarak:

      “Bana müsaade,” dedim.

      “Neden canım, daha erken, ama sen bilirsin.”

      Beni yemeğe çağırdığını unutmuştum. Bu anda hatırladım, fakat o tamamen unutmuş görünüyordu. Kapıya kadar geldim. Şapkamı alırken:

      “Hanımefendiye hürmetler,” dedim.

      “Olur, olur, sen yarın bana uğra. Üzülme canım,” diyerek sırtımı okşadı.

      Dışarı çıktığım zaman ortalık adamakıllı kararmış, sokak lambaları yanmıştı. Derin bir nefes aldım. Hava, biraz tozla karışık da olsa bana, fevkalade temiz ve ferahlatıcı geldi. Ağır ağır yürüdüm.

      Ertesi gün, öğleye doğru Hamdi’nin şirketine gittim, hâlbuki dün akşam evinden çıktığım sırada buna hiç niyetim yoktu. Zaten sarih9 bir vaatte de bulunmamıştı. “Bakalım, bir şey düşünürüz, bir şey yaparız.” gibi her müracaat ettiğim hayır sahibinden dinlemeye alıştığım beylik sözlerle beni uğurlamıştı. Buna rağmen gittim. İçimde, bir ümitten ziyade nedense, kendimi tezlil10 görmek arzusu vardı. Nefsime âdeta: “Dün akşam ses çıkarmadan dinledin ve onun sana karşı velinimet tavrı takınmasına razı oldun ya, haydi bakalım, bunu sonuna kadar götürmeli, sen buna layıksın,” demek istiyordum.

      Hademe, beni evvela küçük bir odaya alıp bekletti. Hamdi’nin yanına girdiğim zaman yüzümde gene o dünkü ahmakça tebessümün bulunduğunu hissettim ve kendime daha çok kızdım.

      Hamdi, önünde serili duran bir sürü kâğıt ve içeri girip çıkan bir sürü memurla meşguldü. Bana, başıyla bir iskemle gösterdi ve işine bakmaya devam etti. Elini sıkmaya cesaret edemeden iskemleye iliştim. Şimdi, onun karşısında hakikaten amirim, hatta velinimetimmiş gibi bir şaşkınlık duyuyor ve bu kadar alçalan benliğime bu muameleyi cidden layık görüyordum. Dün akşam beni yolda otomobiline alan mektep arkadaşımla, on iki saatten biraz fazla bir zaman içinde, aramızda ne kadar büyük bir mesafe hâsıl olmuştu. İnsanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden amiller11 ne kadar gülünç, ne kadar dıştan, ne kadar boş ve bilhassa asıl insanlıkla ne kadar az alâkası olan şeylerdi.

      Dün akşamdan beri ne Hamdi ne de ben hakikatte değişmiş değildik; neysek gene oyduk. Buna rağmen onun bana dair, benim ona dair öğrendiğimiz bazı şeyler, bazı küçük ve teferruata ait şeyler bizi ayrı istikametlere alıp götürmüşlerdi. İşin asıl garip tarafı, ikimiz de bu değişikliği olduğu gibi kabul ediyor ve tabii buluyorduk. Benim kızgınlığım Hamdi’ye değil, kendime de değil, sadece burada bulunuşumaydı.

      Odanın tenhalaştığı bir anda arkadaşım başını kaldırarak:

      “Sana bir iş buldum,” dedi. Sonra, yüzüme o cesur ve manalı gözlerini dikerek ilave etti: “Yani bir iş icat ettim. Yorucu bir şey değil. Bazı bankalarda ve bilhassa kendi bankamızda işlerimizi takip edeceksin. Âdeta şirketle bankalar arasında irtibat memuru gibi bir şey. Boş zamanlarında içeride oturur, kendi işlerine bakarsın… İstediğin kadar şiir yaz… Ben müdürle konuştum, tayinini yapacağız, fakat sana şimdilik pek fazla veremeyeceğiz: Kırk, elli lira. İleride tabii artar. Hadi bakalım, muvaffakıyetler!”

      Koltuğundan kalkmadan elini uzattı. Sokuldum ve teşekkür ettim. Yüzünde, bana iyilik ettiği için samimi bir memnuniyet vardı. Onun aslında hiç de fena bir insan olmadığını, yalnız mevkiinin icaplarını yaptığını ve bunun da belki hakikaten lüzumlu olabileceğini düşündüm, fakat dışarı çıkınca koridorda bir müddet durakladım ve bana tarif ettiği odaya gitmekle burayı bırakıp çıkmak arasında bir hayli tereddüt ettim. Sonra ağır ağır, başım önümde, birkaç adım yürüyerek ilk rast geldiğim hademeye Mütercim Raif Efendi’nin odasını sordum. Adam, eliyle gayr-i muayyen12 bir kapıyı gösterdi ve geçti. Tekrar durdum. Niçin bırakıp gidemiyordum? Kırk lira aylığı mı feda edemiyordum? Yoksa Hamdi’ye karşı ayıp bir harekette bulunmuş olmaktan mı çekiniyordum? Hayır! Aylardan beri süren işsizlik, buradan çıkınca nereye gideceğimi, nerede iş arayacağımı bilmemek… Ve artık tamamıyla pençesine düşmüş olduğum bir cesaretsizlik… İşte, beni o loş koridorda tutan ve oradan geçecek olan diğer hademeyi beklemeye sevk

Скачать книгу


<p>7</p>

Ehemmiyet (Ar.): Önem

<p>8</p>

Zaruret (Ar.): Zorunluluk

<p>9</p>

Sarih (Ar.): Belirgin, açık

<p>10</p>

Tezlil (Ar.): Aşağılamak, hor görmek

<p>11</p>

Amil (Ar.): Bir olayın, bir işin olmasına yol açan, bir işi yapan.

<p>12</p>

Gayr-i Muayyen (Ar.): Belirsiz