Скачать книгу

Hamdi’yi düşündüm. Bu sırada tekrar içeri giren Almanca mütercimi, yerine geçerek başını önüne eğdi. Yüzünde insanı hayret, hatta hiddete sevk eden o sarsılmaz sükûn vardı. Eline bir kurşunkalem alarak kâğıdı karalamaya başladı. Yazı yazmıyor, birtakım çizgiler çiziyordu, fakat bu hareketi, sinirli bir adamın farkında olmadan, herhangi bir şeyle meşgul olması değildi, hatta dudaklarının kenarında, sarı bıyıklarının hemen alt tarafında, kendinden emin bir tebessümün belirdiğini görür gibiydim. Eli, kâğıdın üzerinde ağır ağır hareket ediyor ve o, ikide birde durup gözlerini küçülterek, önüne bakıyordu. Gördüğü şeyden memnun olduğunu, yüzünü saran o belli belirsiz gülümsemeden anlıyordum. Nihayet kalemi yanına bıraktı, karaladığı kâğıdı uzun uzun seyretti. Ben, gözlerimi hiç ayırmadan ona bakıyordum. Bu sefer yüzünde yepyeni bir ifadenin peyda olduğunu görünce şaşırdım. Âdeta birisine acır gibi bir hali vardı. Meraktan yerimde duramıyordum. Kalkacağım sırada o doğruldu, tekrar daktiloların odasına gitti. Hemen fırladım, bir adımda karşı masaya vardım ve Raif Efendi’nin, üzerine bir şeyler çizdiği kâğıdı aldım. Buna bir göz atınca hayretimden donakaldım.

      Avuç içi kadar kâğıdın üzerinde Hamdi’yi görüyordum. Beş on basit, fakat fevkalade ustaca çizginin içerisinde bütün hüviyetiyle o vardı. Başkalarının aynı benzeyişi bulacaklarını pek zannetmem, hatta teker teker araştırılınca belki hiçbir tarafı benzemiyordu, fakat onun biraz evvel odanın ortasında nasıl avaz avaz bağırdığını gören bir insan için yanılmaya imkân yoktu. Hayvanca bir hiddet ve tarifi imkânsız bir bayağılıkla, mustatil19 şeklinde açılmış duran bu ağız; baktığı yeri delmek istediği halde aciz içinde boğulmuşa benzeyen bu çizgi halindeki gözler; kanatları mübalağalı bir şekilde yanaklara kadar genişleyen ve böylece çehreye daha vahşi bir ifade veren bu burun… Evet bu, birkaç dakika evvel şurada duran Hamdi’nin, daha doğrusu onun ruhunun resmiydi, fakat hayretimin asıl sebebi bu değildi: Ben şirkete girdiğimden, yani aylardan beri, Hamdi hakkında birbirine zıt bir sürü hükümler verip duruyordum. Onu bazen mazur görmeye çalışıyor, çok kere de küçümsüyordum. Asıl şahsiyetiyle, bugünkü mevkiinin ona verdiği şahsiyeti birbirine karıştırıyor, sonra bunları ayırmak istiyor ve büsbütün çıkmaza giriyordum. İşte Raif Efendi’nin birkaç çizgiyle ortaya koyduğu Hamdi, benim uzun zamandan beri görmek istediğim halde bir türlü göremediğim insandı. Yüzünün ilkel ve vahşi ifadesine rağmen acınacak bir tarafı vardı. Zalimlik ve zavallılığın birlikteliği hiçbir yerde bu kadar açık olarak gösterilmemiştir. Sanki on senelik arkadaşımı ilk defa bugün sahiden tanıyordum.

      Aynı zamanda bu resim bana birdenbire Raif Efendi’yi de izah etmişti. Şimdi onun sarsılmaz sükûnetini, insanlarla münasebetlerindeki garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkân var mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğüyle çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz20, inkisarlarımız21, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

      Raif Efendi, benim için tekrar merak verici bir mahiyet almıştı. Kafamda onun hakkında, biraz evvel beliren ışığa rağmen, birçok tezatların bulunduğunu seziyordum. Elimde tuttuğum resmin çizgilerindeki isabet, bunun bir heveskâr elinden çıkmadığını gösteriyordu. Bunu yapan kimsenin uzun seneler resimle uğraşmış olması lazımdı. Burada sadece baktığını sahiden gören bir göz değil, gördüğünü bütün incelikleriyle tespit etmesini bilen bir hüner de vardı.

      Kapı açıldı. Elimdekini çabucak masaya bırakmak istedim, fakat geç kalmıştım. Macar şirketinden gelen mektubun tercümeleriyle bana doğru yaklaşan Raif Efendi’ye özür diler gibi:

      “Çok güzel bir resim…” dedim.

      Onun şaşıracağını, sırrını ele vereceğimden korkacağını sanmıştım. Hiç de böyle olmadı. Her zamanki yabancı ve dalgın gülüşüyle kâğıdı elimden alarak:

      “Senelerce evvel, bir müddet resimle meşgul olmuştum.” dedi. “Ara sıra, el alışkanlığıyla bir şeyler karalıyorum… Görüyorsunuz ya, manasız şeyler… Can sıkıntısı işte…”

      Resmi avucunun içinde buruşturarak kâğıt sepetine attı. “Daktilo hanımlar pek acele yazdılar,” diye mırıldandı. “Herhâlde yanlışlar vardır, fakat okumaya kalksam Hamdi Bey’i daha çok kızdıracağım… Hakkı da var… Götürüp vereyim, bari…”

      Tekrar dışarı çıktı. Gözlerimle kendisini takip ettim.

      “Hakkı da var, hakkı da var!” diye söyleniyordum.

      Bundan sonra Raif Efendi’nin her hali, sahiden manasız ve önemsiz olan hareketleri bile, bana merak vermeye başladı. Onunla konuşmak, hakiki hüviyetine dair bir şeyler öğrenmek için her fırsattan istifadeye kalktım. O, benim bu fazla sokulganlığımı fark etmez göründü. Bana karşı, nazik, fakat daima arada bir boşluk bırakan tavrını muhafaza etti. Dostluğumuz dıştan ne kadar ilerlerse ilerlesin, içi bana daima kapalı kaldı, hatta ailesini, bu aile arasındaki vaziyetini yakından görünce hakkındaki merakım büsbütün arttı. Kendisine yaklaşmak için attığım her adım, beni birçok yeni muammalarla karşılaştırıyordu.

      Evine ilk defa olarak, her zamanki hastalıklarından birinde gittim. Hamdi, yarına kadar tercüme edilecek bir yazıyı hademeyle göndermek istiyordu:

      “Bana ver, hem ziyaret etmiş olurum.” dedim.

      “Pekâlâ, bak bakalım nesi var. Bu sefer fazla uzadı.”

      Hakikaten bu sefer hastalığı biraz uzun sürmüştü. Bir haftadan beri şirkete uğramıyordu. Hademelerden biri İsmet Paşa mahallesindeki evi tarif etti. Mevsim, kış ortalarıydı. Erkenden karanlık çöken sokaklarda yürümeye başladım. Ankara’nın asfalt döşeli yollarına hiç benzemeyen bozuk kaldırımlı dar mahalleleri geçtim. Birbiri arkasına yokuşlar ve inişler vardı. Uzun bir yolun sonunda, âdeta şehrin bittiği yerlerde, sola saptım ve köşedeki kahveye girerek evi öğrendim: Taş ve kum yığılı arsaların arasında tek başına duran iki katlı, sarı boyalı bir bina. Raif Efendi’nin alt katta oturduğunu biliyordum. Zili çaldım. Kapıyı on iki yaşlarında bir kız çocuğu açtı. Babasını sorunca, yapmacık bir tavırla yüzünü buruşturup dudaklarını bükerek:

      “Buyurun.” dedi.

      Evin içi hiç de zannettiğim gibi değildi. Yemek odası olarak kullanıldığı anlaşılan holde büyük ve açılıp kapanır bir masa, kenarda içi kristal takımlarla dolu bir büfe vardı. Yerde güzel bir Sivas halısı duruyor, yan taraftaki mutfaktan dışarı yemek kokuları vuruyordu. Kız, beni evvela misafir odasına aldı. Buradaki eşya da güzel, hatta pahalı şeylerdi. Kırmızı kadife koltuklar, alçak ceviz sigara masaları ve bir kenarda kocaman bir radyo, odayı dolduruyordu. Her tarafta, masaların üstünde ve kanepelerin arkalığında ince işlenmiş, krem rengi dantel ve gemi şeklinde yazılmış bir “Amentü” levhası asılıydı.

      Küçük kız birkaç dakika sonra kahve getirdi. Yüzünde, nedense hep o beni küçük görmek, benimle alay etmek isteyen şımarık ifade vardı. Fincanı elimden alırken:

      “Babam rahatsız efendim, yatağından çıkamıyor, siz içeri buyurun.” dedi.

      Bunu söylerken de benim bu kibar muameleye hiç layık olmadığımı kaş ve gözleriyle anlatmak ister gibiydi. Raif Efendi’nin yattığı odaya girince büsbütün

Скачать книгу


<p>19</p>

Mustatil (Ar.):Dikdörtgen

<p>20</p>

Teessür (Ar.):Üzülmek, üzüntü duyma

<p>21</p>

İnkisar (Ar.): Gücenmek, düş kırıklığı