Скачать книгу

birer parça bırakıyorlardı. Gözlerimi yumarak ilerliyor ve ıslak havayı içime çekiyordum. Kafamdan söküp attığım sual tekrar belirdi: Niçin buralara geldim? Rüzgâr dün akşamkine pek benziyordu, belki biraz sonra kar da sepelemeye başlayacaktı. Dün akşam buralarda başka bir adam, gözlükleri buğulanarak, şapkası elinde ve göğsü bağrı açık, koşar gibi yürüyordu. Rüzgâr kısa ve seyrek saçlarının arasına giriyor, kim bilir nasıl tutuşan başına, dıştan bir serinlik veriyordu. Bu başın içinde neler vardı? Bu baş, bu hasta, bu yaşlı vücudu neden buralara sürüklemişti? Raif Efendi’nin o karanlık ve soğuk gecenin içinde nasıl yürüdüğünü, yüzünün nasıl bir şekil aldığını tasavvur etmek istiyordum. Buraya neden geldiğimi şimdi anlamıştım: Onu ve onun kafasının içinden geçenleri burada daha iyi göreceğimi zannediyordum. Fakat işte ben, şapkamı uçurmak isteyen rüzgârdan, uğuldayan ağaçlardan ve koşup giderken birçok şekillere giren bulutlardan başka bir şey görmüyordum. Onun yaşadığı yerde yaşamak, onun gibi yaşamak demek değildi… Bunu zannetmek için pek saf ve ancak benim kadar gafil olmak lazımdı.

      Hızlı hızlı otele döndüm. Kahvenin gramofonu ve Suriyeli kadının şarkısı kesilmişti. Arkadaşım yatağına uzanmış kitap okuyordu. Bana yandan bir göz attı.

      “Ne o, çapkınlıktan mı geliyorsun?” dedi.

      İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı. Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir.35 Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı36 hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?

      Uzun zaman uyuyamadım. Raif Efendi beyaz örtülü yatağında, kızlarının genç vücutlarıyla karısının yorgun uzuvlarından odaya yayılan havayı koklayarak, ateşler içinde yatıyordu. Gözleri kapalıydı ve ruhu kim bilir nerelerde, nerelerde dolaşıyordu?

      Bu sefer Raif Efendi’nin hastalığı biraz uzunca sürdü. Her zamanki gibi basit bir soğuk algınlığına benzemiyordu. Nurettin Bey’in getirdiği ihtiyar doktor, hardal lapası tavsiye etti ve öksürük ilacı yazdı. Ben, iki üç akşamda bir uğruyor ve her defasında onu biraz daha çökmüş buluyordum, fakat kendisi fazla telaş etmiyor ve hastalığına ehemmiyet vermez görünüyordu. Belki de ev halkını telaşlandırmaktan çekiniyordu. Mihriye Hanım’la Necla’nın halleri hakikaten insana endişe verecek gibiydi. Senelerden beri iş yapmaktan düşünmeyi bile unutmuşa benzeyen kadın, büyük bir şaşkınlık içinde hastanın odasına girip çıkıyor, arkasına hardal lapası koyarken elinden havluları veya tabağı düşürüyor, içeride veya dışarıda daima bir şey unutuyor ve hiç durmadan aranıyordu. Çıplak ayaklarında eğrilmiş topuksuz terlikler ile dört tarafa koştuğunu hâlâ görüyor ve her rast geldikleri insana imdat ister gibi takılıp kalan bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyorum. Necla, annesi kadar kendini kaybetmiş olmamakla beraber, büyük bir üzüntü içindeydi. Son günlerde mektebe gitmiyor ve babasını bekliyordu. Akşamüzerleri hastayı yoklamaya geldiğim zaman kızarmış ve şişmiş gözlerinden onun biraz evvel ağlamış olduğunu fark ediyordum, fakat bütün bunlar Raif Efendi’yi daha çok sıkıyor gibiydi. Yalnız kaldığımız zamanlar bundan şikâyet etmiş, hatta bir kere:

      “Yahu, ne oluyor bunlara? Hemen ölüyor muyuz?” diye söylenmişti. “Ölsek ne olacak sanki… Onlara ne? Ben onlar için neyim?”

      Sonra, daha acı ve insafsız bir tavırla ilave etmişti:

      “Ben onlar için hiçbir şey değilim, hiçbir şey değildim! Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık. Bu adam kimdir diye merak etmediler, şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar.”

      “Aman Raif Bey!” dedim. “Bunlar ne biçim laflar. Gerçi biraz fazla telaş ediyorlar, ama bunu böyle tefsir etmek37 doğru değil. Karınız ve kızınız…”

      “Evet, karım ve kızım, ama işte o kadar!”

      Başını öte tarafa çevirdi. Son sözlerinden bir şey anlamamış ve başka bir şey sormaktan çekinmiştim.

      Nurettin Bey, ev halkını teskin etmek için bir dâhiliye mütehassısı getirdi. Bu adam uzun uzun muayeneden sonra hastalığın zatürree olduğunu söyledi ve etrafındakilerin şaşkınlığını görünce:

      “Yok canım, o kadar mühim değil. Maşallah bünyesi dayanıklı, kalbi de sağlam, atlatır. Yalnız dikkat etmek lazım. Üşütmeyin, hatta hastaneye kaldırsanız daha iyi olur.” dedi.

      Mihriye Hanım, hastane lafını duyunca büsbütün kendini bıraktı. Holdeki iskemlelerden birine çökerek avaz avaz ağlamaya başladı. Nurettin Bey de haysiyetine dokunulmuş gibi yüzünü buruşturarak:

      “Ne münasebet?” dedi. “Evinde herhâlde hastaneden iyi bakılır.”

      Doktor, omuzlarını silkerek gitti.

      Raif Efendi evvela hastaneye gitmeyi istiyor, “Orada hiç olmazsa kafamı dinlerim.” diyordu. Yalnız kalmak istediği her halinden belliydi, fakat etrafındakilerin bunu ne kadar şiddetle reddettiklerini görünce o da sesini çıkarmaz oldu. Yüzünde ümitsiz bir tebessümle:

      “Beni orada da rahat bırakmazlar ki!” diye mırıldandı.

      Bir gün, hâlâ aklımdadır, bir cuma günü akşamı Raif Efendi’nin başucundaki iskemleye oturmuş, hiç konuşmadan, göğsü hırıldayarak nefes alışını seyrediyordum. Odada başka kimse yoktu. Yanı başındaki komodinin üzerinde, ilaç şişelerinin arasında duran büyük bir cep saati odayı madeni bir sesle dolduruyordu. Hasta, çukura kaçan gözlerini açarak:

      “Bugün biraz iyiyim.” dedi.

      “Elbette, hep böyle devam edecek değil ya!”

      O zaman, âdeta müteessir38 bir edayla: “Peki ama bu daha ne kadar devam edecek?” diye sordu.

      Sualinin hakiki manasını anlamış ve dehşete düşmüştüm. Sesindeki bıkkınlık onun ne kastettiğini gösteriyordu.

      “Ne oluyorsunuz Raif Bey?” dedim.

      Gözlerini gözlerime dikerek ısrarla sordu: “Peki ama ne lüzum var? Yetmez mi artık?”

      Bu sırada Mihriye Hanım içeri girdi. Bana sokularak:

      “Bugün iyice.” dedi. “Artık bunu da atlattı inşallah.”

      Sonra kocasına döndü. “Pazara çamaşır yıkanacak; şu senin havluyu beyefendi getiriverse.”

      Raif Efendi, peki makamında başını salladı. Kadın, dolapta bir şeyler arayıp aldıktan sonra tekrar çıktı. Hastanın halindeki ufak bir iyilik, karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleriyle doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi; kederden sevince, heyecandan sükûnete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu. Raif Efendi’nin gözlerinde, hüzün dolu ve derin bir gülümseme vardı. Karyolanın ayakucunda asılı duran ceketini başıyla göstererek:

      “Şurada, sağ cebimde bir anahtar olacak, onu al da benim masanın üst gözünü aç. Hanımın söylediği havluyu getiriver. Zahmet olacak ama!” dedi.

      “Yarın akşam getiririm.”

      Gözlerini

Скачать книгу


<p>35</p>

Malik (Ar.): Sahip

<p>36</p>

Evsaf (Ar.): Vasıf, nitelik

<p>37</p>

Tefsir (Ar.): Yorumlamak

<p>38</p>

Müteessir (Ar.): Üzülmüş