Скачать книгу

hüküm sürüyordu. Raif Efendi’nin başucundaki komodinin üzerinde, teneke bir tepsi içinde, öğleden kaldığı anlaşılan kirli bir çorba tabağı, ağzı açık küçük bir sürahi ve bunların yanında, şişeler veya tüpler içinde bir sürü ilaç duruyordu.

      Hasta adam:

      “Şuraya oturuverin canım!” diyerek yatağın ayakucunu gösterdi.

      Şöyle iliştim. Karşımdakinin sırtında dirsekleri delinmiş, alacalı bulacalı, yünden örme bir kadın hırkası vardı. Başını karyolanın beyaz demirlerine dayamıştı. Elbiseleri benim bulunduğum tarafta, karyolanın ayakucunda üst üste asılmış duruyordu.

      Odayı gözden geçirdiğimi hisseden ev sahibi:

      “Ben burada çocuklarla beraber yatarım. Odayı darmadağın ediyorlar, zaten küçük ev, sığamıyoruz da…” dedi.

      “Kalabalık mısınız?”

      “Eh, epeyce! Bir yetişkin kızım var; liseye gidiyor. Bir de sizin gördüğünüz… Sonra baldızım ve kocası, iki kayın biraderim. Hep beraber oturuyoruz. Baldızımın da çocukları var; İki tane. Ankara’da ev derdi malûm. Ayrı çıkmaya imkân yok.”

      Bu sırada dışarıda ikide birde zil çalıyor, gürültüden ve bağıra bağıra konuşmalardan eve, aile efradından birinin geldiği anlaşılıyordu. Bir aralık odanın kapısı açıldı. İçeri kırk yaşlarında, kesik saçları kulaklarına ve yüzüne dökülmüş, şişmanca bir kadın girdi. Raif Efendi’nin kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Öteki ona cevap vermeden beni işaret ederek:

      “Daire arkadaşlarımdan.” diye takdim etti. “Refikam.”

      Sonra karısına dönerek: “Ceketimin cebinden al,” dedi.

      Kadın, bu sefer kulağına filan eğilmeden söylendi.

      “Ayol, para için gelmedim, kim gidip alacak. Sen de bir türlü kalkamadın!”

      “Nurten’i yollayıver. Üç adımlık yer!”

      “Gece vakti bacak kadar çocuğu bakkala nasıl yollarım? Bu soğukta, sonra kız… Hem git desem bile beni dinler mi?”

      Raif Efendi düşündü, düşündü; sonra sanki nihayet bir çare bulmuş gibi başını sallayarak:

      “Gider, gider.” dedi ve önüne baktı.

      Kadın çıktıktan sonra bana dönerek:

      “Bizim evde de ekmek almak bir mesele. Bir hastalandık mı gönderecek adam bulamazlar!” dedi.

      Pek üstüme vazifeymiş gibi:

      “Kayın biraderleriniz küçük mü?” diye sordum.

      Yüzüme baktı; cevap vermedi, hatta çehresinin ifadesi sualimi hiç duymamış intibaını23 bırakıyordu, fakat birkaç dakika sonra: “Hayır, ufak değiller,” dedi. “İkisi de işe gidiyorlar. Onlar da bizim gibi memur. Bacanak İktisat Vekâletindedir, birer işe yerleştirdi. Okumadılar, ellerinde bir orta mektep diploması bile yok!” Sonra, birdenbire sözünü keserek sordu.

      “Tercüme için bir şey mi getirdiniz?”

      “Evet, yarına lâzımmış. Sabahleyin hademeyi gönderecekler.”

      Kâğıtları aldı, yanına bıraktı.

      “Ben de hastalığınızı merak ettim.”

      “Teşekkür ederim, uzunca sürdü. Cesaret edip kalkamıyorum.”

      Bakışlarında garip bir tecessüs24 vardı. Alâkamın sahi olup olmadığını araştırır gibiydi. Onu inandırmak için birçok şeyler yapmaya hazırdım, fakat ilk defa olarak herhangi bir şekilde bir heyecan ifade ettiğini gördüğüm gözleri, çabucak eski ifadesizliklerine ve o her zamanki bomboş tebessüme döndüler.

      İçimi çekerek kalktım. Birdenbire doğrulup elimi tuttu:

      “Ziyaretinize teşekkür ederim oğlum,” dedi.

      Sesinde bir sıcaklık vardı. İçimden geçenleri sezmişe benziyordu.

      Hakikaten, Raif Efendi’yle aramızda bugünden sonra bir yakınlık hâsıl oldu. Onun bana karşı olan muamelesinin değiştiğini pek söyleyemeyeceğim. Hele benimle samimi olduğunu, bana içini açtığını iddia etmek aklımdan bile geçmez. O, hep aynı kapalı, sessiz insan olarak kaldı. Gerçi bazı akşamlar daireden beraber çıkarak evine kadar yürür, hatta bazen içeri de birlikte girerek, kırmızı mobilyalı misafir odasında birer kahve içerdik, fakat bu esnada ya hiç konuşmaz yahut da havadan sudan, Ankara’nın pahalılığından, İsmet Paşa mahallesindeki kaldırımların bozukluğundan bahsederdik. Evine, çoluk çocuğuna dair bir şey söylediği nadirdi. Ara sıra: “Bizim kız riyaziyeden25 gene kırık numara almış.” der sonra hemen lafı değiştirirdi. Ben de bu hususta bir şey sormaktan çekiniyordum. Kendisini ilk ziyaret ettiğim akşam karşılaştığım aile efradı, üzerimde pek iyi bir tesir bırakmamıştı.

      Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum, fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. Küçük Nurten bile ablasına ve dayılarına uymak için çırpınıyordu. Sonradan bu eve her gidişimde aynı şeyi gördüm. Ben de henüz gençtim, yirmi beş yaşımı doldurmamıştım, fakat birtakım genç insanlarda gördüğüm bu garip itiyat:26 Tanımadıkları, ilk defa gördükleri bir insanı pek tuhaf bir şey telâkki etmek27 merakı, hayretimi uyandırıyordu. Raif Efendi’nin vaziyetinin de pek hoş olmadığını ve bu kalabalığın içinde onun fazla ve lüzumsuz bir şey gibi durduğunu fark ediyordum.

      Sonradan, bu eve gidip geldikçe, bu çocukların hepsiyle ahbap oldum. Hiç de fena insanlar değillerdi. Yalnız boş, bomboş mahlûklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında, ancak başka başka insanları küçümsemek ve tahkir etmek28, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı. Konuşmalarına dikkat ederdim. İktisat Vekâletinin en küçük iki memuru olan Vedat’la Cihat’ın daire arkadaşlarını, Raif Efendi’nin büyük kızı Necla’nın da mektep arkadaşlarını çekiştirmekten, kendilerinde de aynen mevcut olan birtakım giyiniş ve hareket garabetlerini29 yalnız başkalarında görüp alaya alarak fıkır fıkır gülmekten başka işleri yoktu.

      “Muallâ’nın düğünde giydiği o tuvalet neydi ayol? Kıh, kıh, kıh!”

      “Kız bizim Orhan’ı nasıl tersledi, bir görseydin… Kah, kah, kah!”

      Raif Efendi’nin baldızı Ferhunde Hanım, üç ve dört yaşlarındaki iki çocuğu ile uğraşmaktan ve bunları ablasına bırakmak fırsatını bulur bulmaz, sırtına bir ipekli elbise geçirip alelacele boyanarak gezmeye gitmekten başka bir şey düşünecek halde değildi. Kendisini ancak birkaç kere, büfenin üstündeki aynada, boyalı ve ondüleli saçlarını tüllü şapkasının altına yerleştirmeye uğraşırken gördüm. Daha oldukça genç, henüz otuz yaşlarında olduğu halde, gözlerinin ve ağzının kenarını sayısız buruşukluklar kaplamıştı. Boncuk mavisi gözleri, eşya üzerinde bir saniyeden daha fazla duramıyor ve doğduğu andan beri mahkûm

Скачать книгу


<p>23</p>

İntiba (Ar.): İzlenim

<p>24</p>

Tecessüs (Ar.): Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma

<p>25</p>

Riyaziye (Ar.): Matematik

<p>26</p>

İtiyat (Ar.): Huy

<p>27</p>

Telâkki Etmek (Ar.): Öyle kabul etmek, öyle saymak

<p>28</p>

Tahkir Etmek (Ar.): Aşağılamak

<p>29</p>

Garabet (Ar.): Tuhaflık