Скачать книгу

savaş zamanından önce, kolayca uykuyu daldığı geceleri hatırlıyorum.

      Hatta bununla dalga geçer, arabada, kanepede, kitap okurken, kısacası herhangi bir yerde uykuya dalabildiği için ona "uykucu Bree" diye takılırdım. Ancak şimdi durum çok farklı; artık uzun saatler boyunca uykusuz bir şekilde dolanıyor ve uyuduğu zamanlar ise yatakta dönüp, duruyor. Çoğu geceler ince duvarlardan gelen sayıklamalarını ve çığlıklarını duyuyorum. Fakat kim onu suçlayabilir ki? Gördüğümüz bunca korkunç şeyden sonra aklını tümüyle yitirmemiş olması bile bir mucize. Ben bile çoğu geceler huzurlu bir şekilde uyuyamıyorum.

      Bir şeyler okuduğum zaman biraz daha iyi uyuyor. Şansımıza, kaçmadan önce Bree'nin aklına en sevdiği kitabı yanına almak gelmişti. Cömert Ağaç. Bu kitabı ona her gece okurdum. Artık her satırını çok iyi bildiğim bu kitabı, yorgun olduğum geceler gözlerimi kapatır ve ezberimden okurdum. Neyse ki kısa bir kitaptı.

      Koltuğa iyice gömülüyorum, üzerimde bir uyku mahmurluğu, kitabın yıpranmış kapağını açıp, okumaya başlıyorum. Kulaklarını dikmiş şekilde Bree'nin yanında yatan Sasha da sanki beni dinleyecekmiş gibi görünüyor.

      "Bir zamanlar bir ağaç varmış ve küçük bir çocuğu çok severmiş. Bu küçük çocuk her gün ağacın yanına gelir, düşen yapraklarını toplayıp kendine bunlardan bir taç yapar ve ormanın kralı oymuş gibi oyunlar oynarmış."

      Baktığım da Bree'nin çoktan kanepede uykuya dalmış olduğunu görüyorum. Rahatlıyorum. Çabucak uyumasının nedeni belki ateş, belki de yemektir. Şu an iyileşmek için en çok

      ihtiyaç duyduğu şey bu uyku. Boynumu ısıtacak şekilde sardığım yeni atkımı katlayarak, nazikçe üstüne örtüyorum. Sonunda küçük vücudu titremeyi kesiyor.

      Ateşe son bir kütük daha attıktan sonra koltuğa yerleşip, kafamı ateşe doğru çeviriyorum. Yavaşça sönen alevleri izlerken, keşke daha fazlasını getirseymişim diye hayıflanıyorum. Ama çok da önemli değil. Hem böylesi daha güvenli.

      Koltukta keyfime bakarken kütüklerden biri çatırdayıp, etrafa kıvılcımlar saçıyor ve ben yıllardan beri olmadığım kadar kendimi rahatlamış hissediyorum. Bazı zamanlar, Bree uyuduktan sonra kendi kitabımı alır ve okumaya başlarım. Gözümün ucuyla yerde yatan kitaba bakıyorum. Sineklerin Tanrısı. Geriye kalan tek kitabım bu. O kadar yıpranmış bir haldeki, sanki yüz yıl önce basılmış gibi duruyor. Dünyada okuyabileceğiniz tek bir kitabınızın kalmış olması ilginç bir durum. Ne kadar çok şey konusunda hazıra konduğumu hatırlayıp, kütüphanelerin halen var olduğu günleri özlemle hatırlıyorum.

      Bu gece bir şeyler okuyamayacak kadar heyecanlıyım. Kafam yarın olacak şeylerle ilgili o kadar dolu ki dağın tepesinde başlayacağımız yeni yaşantımızla ilgili şeyler düşünüyorum sürekli. Buradan diğer eve götüreceğimi şeyleri ve onları oraya nasıl taşıyacağımı çözmeye çalışıyorum. İlk olarak kap kacak, kibrit, geriye kalan birkaç mum, çarşaflar ve döşekler gibi önceliklerimiz geliyor aklıma. Bunların dışında zaten ne giyecek fazla bir kıyafetimiz ne de kitaplarımız dışında şahsımıza ait bir eşyamız var. Ev, buraya ilk geldiğimiz zaman da bomboştu, o yüzden yanımızda götürecek hatıra değeri taşıyan bir şeyimiz de yok. Bu koltuk ve kanepeyi de götürmek istiyorum ama bunu yapmak için Bree'ye ihtiyacım olacak ve bunun için de onun iyice iyileşmesini beklemem gerek. Hepsini adım adım yapmamız gerekecek. Önce olmazsa olmazları, daha sonra ise mobilyaları götüreceğiz. Yukardaki yerimize sağ salim yerleştiğimiz sürece benim için sorun yok. Çünkü en önemlisi bu.

      Kulübeyi şu an olduğundan bile daha güvenli yapmanın yollarını düşünmeye başladım. Açık pencereleri istediğimiz zaman kapatabilmek onlara kepenk yapmanın bir yolunu bulmak zorundayım. Etrafa bakınarak, işe yarayabilecek bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Kepenkler için menteşelere ihtiyacım olacak. Oturma odasındaki kapının menteşelerini gözüme kestiriyorum, belki bunlar işime yarayabilir. Hatta elim değmişken belki tahta kapıyı da testereyle kesebilirim.

      Etrafa dikkatle baktığım zaman, kullanabileceğim daha çok şey görmeye başlıyorum. Babamın garajda bıraktığı, içinde testere, çekiç, tornavida hatta bir kutu da çivinin bulunduğu alet çantası aklıma geliyor. Bu kutu sahip olduğumuz en kıymetli eşyalardan biri ve aklımın bir köşesine almam gereken ilk şeyin o olduğuna dair bir not düşüyorum.

      Tabii son olarak da motosiklet. Kafamda en ağır basan şey bu motosiklet; ne zaman ve nasıl taşınmalı? Onu geride bıraktığım fikrine, bir an bile olsa, dayanamıyorum. Bu yüzden oraya ilk gidişimizde onu da götüreceğim. Fakat onu çalıştırıp, tüm dikkatleri üzerime çekme riskini göze alamam. Ayrıca dağ yolu onu süremeyeceğim kadar yokuş. Bunun ne kadar zor olacağını şimdiden tahmin edebiliyorum, özellikle bu karlı havada. Fakat başka bir yolum yok. Eğer Bree hasta olmasaydı bana yardım edebilirdi. Ancak şu haliyle bir şeyler taşımasını geçtim, belki de onu sırtıma alıp taşıyan ben olacağım. Yola çıkmak için yarın geceyi, karanlığın iyice çökmesini beklemekten başka şansımızın olmadığını anlıyorum. Bu yaptığım belki de sadece paranoyaklık. Birinin bizi izliyor olması uzak bir ihtimal fakat, tedbirli olmak her zaman iyidir. Bu dağlarda bizden başka da hayatta kalanlar olduğunu bildiğim için bu önemli. Bundan eminim.

      Buraya geldiğimiz ilk günü hatırlıyorum. İkimiz de dehşet içinde, yalnız ve tükenmiştik. O gece ikimiz de aç bir halde yataklarımıza yatmıştık ve ben hayatta kalmayı nasıl başaracağımızı merak etmiştim. Manhattan'dan ayrılarak, annemizi terk etmek ve her şeyi geride bırakmak acaba bir hata mıydı?

      Burada uyandığım ilk sabah, kapıyı açtığım zaman gördüğüm şey karşısında şaşkına dönmüştüm: ölü bir geyiğin leşi. Önce, dehşete kapılmıştım. Bunun bir tehdit veya uyarı olduğunu, varlığımızı buralarda istemeyen birinin, gitmemiz için bize gözdağı verdiğini düşünmüştüm. İlk şaşkınlığımı attıktan sonra, durumun hiç de böyle olmadığını anladım: bu aslında bir hediyeydi. Birisi, bizi izliyor olmalıydı. Ne kadar çaresiz bir durumda olduğumuz görmüş ve inanılmaz bir cömertlik örneği sergileyerek bize, haftalarca karnımızı doyurmaya yarayacak avını vermeye karar vermişti. Bunun, onun için ne kadar değerli olduğunu tahmin bile edemiyorum.

      Dışarı çıktığımı, dağın etrafına, ağaçların üstüne dikkatle bakarak, birden birinin çıkıp, bana el sallamasını beklemiştim. Ancak böyle bir şey olmadı. Tek gördüğüm şey ağaçlardı ve dakikalarca orada durduğum halde duyduğum tek şey ise, sessizlikti. Ama biliyordum, biliyordum işte, izleniyordum. Bu dağlarda tıpkı bizim gibi hayatta kalmaya çalışan insanlar olduğundan emindim.

      O günden beri, bu dağlarda kendi başlarına yaşayan, başkalarının işlerine burnunu sokmayan, köle avcılarına yakalanmamak için birbirleriyle asla iletişim kurmayan gizli bir teşkilatın üyesi olmaktan bir çeşit gurur duymuşumdur. Sanırım hayatta kalan diğerleri bunu, bu şekilde başardılar: hiçbir şeyi şansa bırakmayarak. En başta, bunu anlamamıştım. Fakat şu an ise bunu takdir ediyorum. O zamandan beri, kimseyi görmemiş olsam bile, asla kendimi yalnız hissetmedim.

      Fakat bu benim daha da tedbirli olmama sebep oldu; şu diğer hayatta kalanlar, eğer halen hayattalarsa, en az bizim kadar aç ve çaresiz olmalılar. Özellikle bu kış aylarında. Kim bilir, belki açlık, belki ailelerine bakma zorunluluğu, bu insanlardan bazılarını çaresizliğin sınırlarına kadar getirmiş ve yardımsever yanları, yerini tamamen hayatta kalma içgüdülerine bırakmıştır. Bree, Sasha ve benim yaşadığımız açlığın, kafama nasıl da umutsuzca fikirler sokabildiğini çok iyi biliyorum. O yüzden hiçbir şeyi şansa bırakmayacağız ve gece vakti harekete geçeceğiz.

      İşler yolunda gidecek gibi. Sabah oraya yalnız başıma tekrar çıkarak, kimsenin içeri veya dışarı

Скачать книгу