Скачать книгу

içinde, "Ahududu gibi kokuyor!" diyor. "Evet, ahududu reçeli. Devam et. Tadına bak."

      Bree iki parmağını daldırarak, büyük bir lokma alıp, ağzına doğru götürüyor ve gözleri aydınlanıyor.

      "Vay." diyor ve başka bir lokma için parmağını tekrar daldırdıktan sonra Sasha'ya uzatıyor. Sasha hızla yanına gelerek, bir an bile düşünmeden reçeli yutuyor. Bree çılgıncasına gülerken, ben de kavanozun kapağını kapatarak, Sasha'nın ulaşamayacağı bir yer olan şömine üstündeki rafa yerleştiriyorum.

      "Bu da mı yeni evimizden?" diye soruyor.

      Kafamla onaylıyorum. Orayı şimdiden yeni evimiz olarak görmesi, beni rahatlatıyor.

      "Ve sıra geldi son sürprize." diyorum. "Ancak bu seferki için yemeği beklemek zorundasın."

      Kemerimden çıkardığım termosu da şöminenin üstündeki rafa bırakıyorum. Biraz daha geriye doğru koyuyorum ki ne olduğunu göremesin. Kafasını kaldırıp görmeye çalışıyor ama iyi sakladığım için başaramıyor.

      "Güven bana." diyorum. "Buna değecek."

* * *

      Evin balık kokmasını istemediğim için soğuğa göğüs germeye karar vererek, somonu dışarda hazırlamaya karar veriyorum. Balığı bir ağaç kütüğüne dayadıktan sonra bıçağımla işe koyuluyorum. Nasıl yapılması gerektiğini çok iyi bilmesem de kafasının ve kuyruğunun yenmediğini hatırlıyorum. Bu kısımları keserek başlıyorum.

      Daha sonra yüzgeçlerini ve pullarını da yemeyeceğimiz için bunları da elimden geldiğince temizliyorum. Yenilebilir hale gelmesi için kesilmiş olması lazım, bu yüzden ortadan ikiye ayırıyorum. Kalın, pembe ve küçük bir sürü kılçığın sardığı etler ortaya çıkıyor. Başka ne yapabileceğimi bilmediğim için artık pişirmeye hazırdır diye tahmin ediyorum.

      İçeri geri dönmeden önce ellerimi yıkamam gerektiğini hissediyorum. Eğilip, karı avuçluyorum ve ellerimi ovalıyorum. Bunun için kara minnettarım. Eğer o olmasa, ellerimi yıkamak için en yakındaki dereye kadar gitmem gerekirdi. Malum, şebeke suyuna sahip değiliz. Ayağa kalkıyorum ve içeri girmeden önce bir süre etrafımı dikkate inceliyorum. Etrafı dinleyerek seslere kulak veriyorum. Her şey olabildiğince sakin gibi görünüyor. Rahatlayıp, derin bir nefes alıyorum. Yanağıma çarpan kar tanelerini hissederken, eşsiz sükunetin tadına varıyorum ve çevremdeki her şeyin tek kelimeyle kusursuz olduğunun farkına varıyorum. Dev çamların beyaza boyandığı, karların, mor gökyüzünden hiç bitmeyecekmiş gibi düştüğü bu yer adeta bir peri masalından çıkmış gibi. Şöminenin parıltısı cama yansımış. Bulunduğum yerden bakılınca, sanki evimiz, dünyadaki en konforlu yermiş gibi gözüküyor.

      Elimde balıkla içeri girip, kapıyı kapatıyorum. Ateşin yumuşak ışıklarının her yere düştüğü bu sıcak yere gelmek kendimi iyi hissettiriyor. Bree ateşi canlı tutmak konusunda her zaman olduğu gibi iyi bir iş çıkarmış. Kütükleri ustaca yerleştirerek, ateşin öncekinden bile daha güçlü olmasını sağlamış. Mutfaktan getirdiği çatal ve bıçaklarla, şöminenin önünde yemek masasını kurmaya başlıyor. Sasha da dikkat kesilmiş bir şekilde, onun her hareketini takip ediyor.

      Balığı ateşin yanına götürüyorum. Nasıl pişireceğimi bilmiyorum ama bir süre ateşin üzerine koyarak pişmesini beklesem, sonra diğer tarafı için aynısını yaparsam pişer diye umuyorum. Bree aklımı okumuş olacak ki hemen mutfağa koşup sivri bir bıçak ve iki tane uzun şiş getiriyor. Balığın parçalarını şişe geçirdikten sonra kendininkini ateşin üzerine doğru tutuyor. Ben de aynısını yapıyorum. Bree, bu tip işlere karşı her zaman benden daha yatkın olmuştur ve ben bu durumdan oldukça memnunum. Zaten hep iyi bir ikili olmuşuzdur.

      Ateşin karşısında kendimizden geçmiş bir halde duruyoruz. Şömineye doğrulttuğumuz şişler kollarımızı ağrıtmaya başlayınca geri çekiyoruz. Odanın içine balık kokusu doluyor ve on dakika sonra karnıma saplanan ağrıyla beraber açlığım zirveye çıkıyor. Artık olmuştur diye karar veriyorum; ne de olsa insanlar her gün çiğ balık yiyorlar, tadı ne kadar kötü olabilir ki? Benimle aynı fikirde olan Bree ile birlikte balıklarımızı tabağa yerleştirip, yere oturuyoruz ve sırtlarımızı koltuğa dayayıp, ayaklarımızı da ateşe doğru uzatıyoruz.

      "Dikkat et." diye uyarıyorum. "İçinde halen bir sürü kılçık var."

      Kılçıkları çekiyorum, Bree de aynısını yapıyor. Çoğu temizlendikten sonra dokunmak için fazla sıcak olan pembe etten küçük bir ısırık alıyorum ve kendime geldiğimi hissediyorum.

      Tadı epey iyi aslında. Biraz tuz veya baharat ister ama en azından taze ve iyi pişmiş bir halde. Çok ihtiyaç duyduğum proteinin vücudumda yayıldığı hissedebiliyorum. Bree aç bir kurt gibi kendi payını silip süpürdükten sonra suratında oluşan mutluluğu seçebiliyorum. Arkasında oturan Sasha gözlerini dikmiş, dudaklarını yalıyor. Bree kopardığı iri bir parçanın kılçıklarını ayırdıktan sonra Sasha'ya uzatıyor. Sasha hemen çiğnemeye koyuluyor ve lokmayı yutup, yalanmaya başlıyor ve gözlerini Bree'ye dikip, daha fazlasını istiyor.

      "Sasha, gel kızım." diyorum.

      Koşarak yanıma geliyor. Kopardığım parçanın kılçıklarını ayırdıktan sonra ona veriyorum; anında yutuyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan balığım bitiyor bile, Bree'ninki de aynı durumda. Karnımın halen gurulduyor oluşuna şaşırıyorum. Şimdiden keşke daha fazla tutsaymışım demeye başlıyorum. Gene de bu, haftalardır yediğimizden çok daha iyi bir yemekti. Buna bile razı olmak gerek, diye düşünmeye çalışıyorum.

      Aklıma besi suyu geliyor. Yerimden fırladığım gibi termosu sakladığım yerden çıkarıyorum ve Bree'ye uzatıyorum.

      "İç bakalım." gülüyorum, "İlk yudum senin."

      "Nedir bu?" diye soruyor. Kapağını açıp, burnuna yaklaştırıyor. "Hiçbir kokusu yok."

      "Akçaağaçtan çıkardım." diyorum. "Şekerli suya benziyor.

      Ama ondan daha iyi."

      Tereddüt içinde bir yudum aldıktan sonra gözleri zevkten parlıyor. "Tadı inanılmaz!" diye haykırıyor. Birkaç büyük yudum aldıktan sonra durup, termosu bana uzatıyor. Ben de dayanamayıp, büyük yudumlar alıyorum. Şekerin verdiği zindelik tüm vücuduma yayılıyor. Öne doğru eğilip, biraz da Sasha'nın kabına döküyorum; hepsini yalıyor ve suratından anladığım kadarıyla o da bu tada bayılıyor.

      Fakat ben hala açım. Nadiren başıma gelen iradesizlik anlarından birini yaşıyorum. Aklıma reçel kavanozu geliyorum ve neden olmasın, diyorum. Ne de olsa dağın tepesindeki kulübemizde bunlardan bir sürü var ve eğer bu gece kutlama yapmayacaksak, ne zaman yapacağız?

      Reçel kavanozunu aşağı indirip, kapağını açıyorum ve büyük bir lokma alıyorum. Dilimin üzerine koyduktan sonra yutmadan önce onu orada tutabildiğim kadar tutmaya çalışıyorum. Tadı, sanki cennetten gelmiş bir şey gibi. Halen yarısı dolu olan kavanozu Bree'ye uzatıyorum. "Keyfine bak, bitir. Yeni evimizde daha bir sürü var." diyorum.

      Bree kavanoza uzanırken gözleri şaşkınlıkla açılıyor. "Emin misin?" diye soruyor. "Sence saklamamız gerekmez mi?"

      Kafamı sallıyorum. "Kendimize bir kıyak geçmenin vakti geldi."

      Bree'nin ikna edilmeye pek de ihtiyacı yok. Birkaç dakika içinde Sasha'ya ayırdığı büyük bir lokma haricinde hepsini yiyor.

      Sırtlarımızı koltuğa dayamış, bacaklarımızı ateşe uzatmış bir halde uzanıyoruz. En sonunda vücudumun rahatladığını hissediyorum. Balık, besi suyu ve reçel derken, nihayet gücümün geri döndüğünü hissediyorum. Sasha'nın kafası kucağında, çoktan sızmaya başlamış Bree'ye bakıyorum. Hastalığı belki geçmemiş

Скачать книгу