Скачать книгу

dağın orta kesimlerinde yer alan evindeki manzaranın her zaman harika olduğunu düşünmüşümdür. Ancak burada, yani en tepe noktada ise manzara olağandışı. Dağın zirveleri her bir yöne doğru yükseliyor. Onların ardında, uzaklarda, parıldamakta olan Hudson Nehri'ni bile görebiliyorum. Ayrıca dağın çevresinde dolanan, dikkate değer şekilde sağlam kalmayı başarabilmiş yolları da buradan seçmek mümkün. Yolların sağlam kalmış olmasının sebebi büyük ihtimalle kimsenin onları kullanarak, dağa çıkmamasından kaynaklıyor. Şahsen şimdiye kadar tek bir araç dahi görmedim. Kara rağmen, yollar açık; yokuşlu, viraj yollar, üzerlerindeki suların çekilmesi için güneşin altına uzanmış bir halde bekliyor. Ve şaşırtıcı bir şekilde, karların çoğu erimiş.

      İçimi ani bir endişe sarıyor. Yolların, araçların geçmesini imkansız kılan buz ve karla kaplı olmasını tercih ederim. Çünkü bu günlerde benzin ve araçlara sadece Arena Bir için insan arayan acımasız kelle avcıları, yani köle avcıları sahipler. Her yerde devriye gezerek, hayatta kalanları arıyorlar. Bulduklarını ise kaçırarak, arenaya köle olarak getiriyorlar. Duyduğuma göre, orada, hayatta kalanları sırf eğlenceleri için birbirleriyle ölümüne dövüştürüyorlar.

      Bree ve ben şanslıydık. Burada bulunduğumuz yıllar içinde bir tane bile köle avcısına rastlamadık. Fakat sanırım bunun nedeni, bu kadar yüksek ve uzak bir noktada yaşıyor olmamız. Ancak bir kere çok uzaklardan, nehrin diğer tarafında ki bir yerlerden geçen köle avcılarına ait bir arabanın motorundan çıkan gürültüyü işitebilmiştim. Aşağılarda bir

      yerlerde, devriye gezdiklerine eminim. Asla risk almıyorum. Dikkat çekmediğimizden emin oluyor, ihtiyacımız olmadıkça ateş yakmayıp, gözlerimi Bree'nin üzerinden asla ayırmıyorum. Çoğu zaman avlanmaya giderken, onu da yanıma alırım. Bu kadar hasta olmasaydı, bugün de yanımda olurdu.

      Düzlüğe geri dönüp, küçük gölü gözüme kestiriyorum. Öğleden sonrası güneşinin altında parıldayan donmuş göl, adeta kayıp bir mücevher gibi, ağaçların arasındaki çalılarda uzanmış, duruyor. Yaklaşarak, kırılmayacağından emin olmak için deneme amaçlı birkaç adım atıyorum. Sağlamlığından emin olunca, biraz daha ilerliyorum. Kemerimden çıkardığım baltayı seçtiğim bir noktaya sertçe birkaç sefer indiriyorum ve bir çatlak oluşuyor. Bıçağımı çekerek, eğiliyorum ve çatlağın tam ortasına doğru sivri ucunu indiriyorum. Çatlağın içinde bıçağı oynatarak, bir balığın çıkabileceği genişlikte bir delik oyuyorum.

      Düşe kalka gölün kenarına koşuyorum ve oltayı iki ağacın arasına yerleştirdikten sonra çıkardığım ipi, göle geri koşarak, oluşturduğum delikten içeri bırakıyorum. Metal kancanın buzun altında yatan balıkların ilgisini çekeceğini umarak, ipi birkaç kere hızlıca çekiştiriyorum. Ancak hem bunun boş bir çaba olduğunu, hem de bu dağlarda artık yaşayan bir şeyin kalmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum.

      Burası o kadar soğuk ki oturup, oltayı izlemem imkansız. Hareket halinde olmalıyım. Dönüp, gölden uzaklaşmaya başlıyorum. Batıl inançlara yatkın olan tarafım eğer burada öylece durup, göle bakmayı kesersem, belki bir balık tutabileceğimi söylüyor. Ağaçların etrafında dolaşarak ısınmak için ellerimi ovuşturuyorum. Fakat pek işe yaradığını söyleyemem.

      İşte o an kuru odun aklıma geliyor. Belki birkaç dal parçası bulurum diye etrafıma şöyle bir bakıyorum ama boşuna. Toprağın üstü tamamen karla kaplanmış bir halde. Ağaçların dalları ve gövdeleri bile karla örtülüler. Fakat uzakta bir yerde, rüzgarın üzerindeki karları döktüğü ağaçlar gözüme çarpıyor. O tarafa doğru yürüyüp, ellerimle kabuklarını kontrol ediyorum. Dallardan bazılarının kuru olduğunu anlayınca, rahatlıyorum. Baltamı çekip, büyük dallardan birini kesiyorum. Bu kadar büyük bir dal ihtiyacımı karşılayacaktır.

      Karın içine saplanmasını istemediğimden, onu havada yakalıyorum. Ağacın gövdesine dayadıktan sonra, tam ortasından kesip, ikiye ayırıyorum. Elime çıralardan oluşan küçük bir yığın geçene kadar kesmeye devam ediyorum. Bunları kardan korumak için ağacın gövdesindeki bir oyuğa yerleştiriyorum.

      Diğer ağaçların gövdelerini incelerken, bir şey dikkatimi çekiyor. Dikkatle bakarak, ağaçlardan birine yaklaşıyorum ve kabuğunun diğerlerininkinden daha değişik olduğunu fark ediyorum. Evet, bu öbürleri gibi bir çam ağacı değil, bir akçaağacı. Bu kadar yükseklerde bulunmasına şaşırıyorum ama onu tanıyabilmiş olmama ise daha çok şaşırıyorum. Aslına bakarsak, bir akçaağacı, belki de doğada tanıyabileceğim tek şey bile olabilir. Tüm çabalarıma rağmen, aklıma hatırlamak istemediğim bir anım geliyor.

      Ben henüz gençken, babam beni doğada bir geziye çıkartmayı kafasına koymuştu. Neden olduğunu Tanrı bilir ya, akçaağaçların sıvısını akıtmak için böyle bir yolculuğa çıktık. Tanrının bile unuttuğu bir bölgeye uzun süren bir araba yolculuğu yaptık. Benim elimde metal bir kova, onun elinde bir ibrik ucu, yanımızda ise tur rehberi ile mükemmel akçaağacını bulmak için ormanda saatler boyunca gezindik. İbrik ucunu taktığı ilk ağaçtan sonra suratında oluşan hayal kırıklığı ifadesini hatırlıyorum. Babam şurup beklerken, ağaçtan renksiz bir sıvı akmıştı.

      Rehberimiz ona gülerek, akçaağaçların şurup değil, besi suyu ürettiğini söylemişti. Bu suyun kaynatarak, şurubu elde edebilirdik. Bunun saatlerce süren bir işlem olduğunu söyledi. Bir litrelik şurup için 300 litrelik besi suyu gerekiyordu.

      Elindeki kovadan taşan sıvıya baktıktan sonra sanki biri onu kandırıp, dolandırmışçasına, babamın suratı kırmızı bir renk aldı. Babam, tanıdığım en gururlu adamdı ve birinin onu aptal yerine koymasından daha çok nefret ettiği bir şey varsa, bu da onunla dalga geçilmesiydi. Gülen tur rehberine fırlattığı kova, adamı kıl payı ıskaladı. Babam beni elimden tutup, öfkeyle oradan ayrıldı.

      Bu olaydan sonra, bir daha asla doğa yürüyüşlerine çıkmadık.

      Yaşananları kafaya fazla takmayan ben, bu geziden keyif bile almıştım. Gerçi babam dönüş yolu boyunca burnundan solumuştu ama olsun. Geri dönmeden önce besi suyundan,

      küçük bir bardağın içinde bir miktar aşırmayı başarmıştım. Ona çaktırmadan arada bir birkaç yudum aldığımı hatırlıyorum. Şekerli suya benzeyen bu şeye bayılmıştım.

      Bu ağacı sanki ailemden biriymiş gibi hemen hatırlamıştım. Dağın bu kadar yükseklerinde yer alan türünün bu örneği o kadar güçsüz ve cılızdı ki, içinde birazcık bile besi suyu olsa, buna şaşırırdım. Fakat kaybedecek bir şeyim yok. Bıçağımı çekip, aynı noktaya defalarca indiriyorum. Açılan deliğe bıçağı saplayarak, derinlere itiyorum ve iyice çeviriyorum. Fazla bir beklentim yok.

      Akan bir damla besi suyunu gördüğüm de inanılmaz şaşırıyorum. Bir süre sonra besi suyunun yavaşça damlamaya devam ettiğini görünce ise hepten apışıp, kalıyorum. Parmağı uzatıp, dokunuyorum ve dilime değdiriyorum. Şeker beni diriltirken, çok iyi bildiğim bu tadı hatırlıyorum. Hatırlamamla beraber, bu olanlara inanamıyorum.

      Besi suyu şimdi çok daha hızlı akıyor ve yere düşen damlarlar yüzünden birçoğunu kaybediyorum. Kova veya benzeri bir şeyler bulabilmek için gözlerimi umutsuzca etrafımda gezdiriyorum. Sonra aniden aklıma termosum geliyor. Plastik termosu kemerimden çıkarıp, baş aşağı tutarak içindeki suyu döküyorum. Etrafımda, özellikle bunca kar varken, temiz su bulmak oldukça kolay. Fakat bulduğum bu besi suyu, şu an benim için sudan değerli. Keşke uygun bir ibrik ucum olsaydı diye düşünürken termosu ağacın hizasına getiriyorum. Termosu ağacın gövdesine elimden geldiği kadar bastırarak, çıkan

      sıvının çoğunu yakalamayı başarıyorum. Biraz yavaş doluyor ama birkaç dakika içinde termosun

Скачать книгу