Скачать книгу

Okumama izin verirsin herhâlde.”

      Mert tam bir şey söyleyecekti ki, yanlarına elinde bastonuyla yaşlı bir adam oturdu. Neredeyse Mert’i itekleyerek bankta kendine yer açtı. “Merhaba gençler!” diye selamladı onları.

      İkisi bir ağızdan, “Merhaba!” diye karşılık verdiler. Mert etrafta başka boş banklar varken, adamın niye yanlarına oturduğunu düşündüyse de sesini çıkartmadı.

      Yaşlı adam, “Gençlerin müzeleri ziyaret ettiklerini görmek ne güzel!” diyerek gülümsedi. Kelimelere takırtılar karışmıştı. Mert, adamın takma dişlerinin konuşurken kucağına düşeceklerinden korktu.

      Yaşlı adam, “Hele kitap okuyan gençleri görmek daha da güzel!” diye devam etti, takırtılar eşliğinde. O sırada esen rüzgâr, kafasının kel kısmını kapatmak için bir tarafa doğru taradığı saç tutamını savurdu. Bu durumu hiç umursamadan, kahverengi yaşlılık lekeleriyle dolu olan elini Mert’e uzattı. “Bakabilir miyim kitaba?” diye sordu.

      Mert kabalık etmemek için kitabı verdi.

      Yaşlı adam, “Bakalım adı neymiş?” diye kendi kendine konuşarak, kapağını kaldırdı. Bu arada kitabı daha rahat karıştırmak için, bastonunu bankın kenarına dayamıştı.

      Mert, “Adının yazılı olduğu sayfalar kopuk.” diye açıkladı.

      Yaşlı adam, “Yazık!” diye karşılık verdi. “Oysa insan okuduğu kitabın adını bilmeli.”

      İdil, “Biz ona esrarengiz kitap diyoruz.” diye atıldı.

      Yaşlı adam kitabı geri verirken, Mert’in gözlerinin içine bakıp dudak büktü. “Esrarengiz ha! Oysa her kitabın kendine yaraşır bir adı olmalı. Önce gerçekten esrarengiz mi, onu keşfetmeli. Sonra belki uygun bir ad bulunur.”

      Mert ürperdiğini hissetti. Başıyla onaylamakla yetindi. “İyi günler!” diyerek ayağa kalktı. Arkadaşının hareketine bir anlam veremeyen İdil onu takip etti.

      Yaşlı adam, “Size de evladım, size de iyi günler!” diye karşılık verdi. “Ben zaten buraya sohbete değil, hafiften esen rüzgâr eşliğinde, gözlerimi kapatıp İstanbul’u dinlemeye geldim. Aslında siz de öyle yapmalısınız. Gözlerinizi kapatıp İstanbul’u dinlerseniz, göreceklerinize hayret edersiniz.”

      Çıktıkları yokuşu gerisin geriye inmeye henüz başlamışlardı ki İdil durdu. “Niye öyle birden kalkıp gittiğimizi söyler misin? Ne güzel dinleniyorduk.”

      “Yaşlı adamı görmedin mi?”

      “Gördüm, tam senin yanında oturuyordum.”

      “Çok komiksin! Gerçekten fark etmedin mi?”

      İdil omuzlarını silkti. “Takırdayan takma dişleri ve uçuşan saçlarıyla sevimli bir ihtiyardı işte.”

      “Onu demiyorum. Bakışları ürkütücüydü. Bir de neydi o söyledikleri?.. Kitabın adıyla ilgili… İstanbul’u dinlemekle ilgili… ‘Gözlerinizi kapatıp İstanbul’u dinlerseniz, göreceklerinize hayret edersiniz’ gibi bir şeyler…”

      “Belki zararsız bir bunaktır.”

      “Belki…”

      Yeniden yürümeye koyuldular. Çok geçmeden İdil bu defa zınk diye durdu. Mert’in, “Yine ne var?” demesine kalmadan, gözlerini kısarak arkadaşına baktı. “Adamın ne dediğini tekrar eder misin?”

      Mert, “Yanımda değil miydin sen?” diye takıldı. Ancak hemen ardından yaşlı adamın sözlerini hatırladığı kadarıyla tekrarladı.

      İdil gözlerini bu defa kocaman açtı; gözlüğünün merceklerini delip geçecek gibiydiler. “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Önce hafiften bir rüzgâr esiyor… Orhan Veli Kanık’ın en çok bilinen şiirlerinden birinin ilk iki dizesi. Hiç duymamış olamazsın!” Heyecan içindeydi. “Hadi geri dönüp yaşlı adamı bulalım.”

      Mert, “Saçmalama!” diye itiraz etti. “Bulup da ne diyeceğiz adama?”

      “İstanbul’u dinlersek ne göreceğimizi sorarız.” İdil az önce oturdukları banka yönelmişti bile. Mert de çaresizce peşinden gitti.

      Bankın oraya geldiklerinde yaşlı adamdan eser yoktu. İdil, “Buralarda bir yerde olmalı.” dedi. “Elinde bastonuyla bu kadar kısa sürede ortadan kaybolamaz.”

      Hemen müzenin çevresine ve girişine göz attılar. Hatta girişteki birine, yaşlı adamı tarif ederek onu görüp görmediğini sordular. Yoktu. Sanki yer yarılıp içine girmişti.

      İdil’in omuzları çöktü. “Anlaşılan bulamayacağız.”

      Mert pek de üzülmüşe benzemiyordu. “Böylesi daha iyi.”

      İdil, “Peki şimdi duyacaklarına hazır mısın?” diye sordu. Mert’in cevap vermesine fırsat tanımadan cümleler bir çırpıda ağzından döküldü. “Burada bir de mezarlık olduğunu biliyor muydun? Aşiyan Mezarlığı. Orada pek çok şair, yazar, sanatçı yatıyor ve aralarından biri de Orhan Veli Kanık. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

      Mert iyice şaşırmıştı. Belki de başka ilginç bir tesadüfle karşı karşıyaydılar. Diğer yandan bu ilginç tesadüflerin sayılarının artması, aslında tesadüf olmadıkları anlamına gelmez miydi?

      İdil parıldayan gözlerle bakıyordu. Mert, “O hâlde gidip bulalım bu mezarı.” dedi.

      Onca mezar taşının arasında, aradıklarını bulmaları hiç de kolay değildi. Üstelik her ikisi de bir an önce oradan uzaklaşmak için can atıyorlardı.

      Sonunda Mert, “Bu böyle olmayacak.” dedi. “Birinden yardım istemeliyiz.”

      İdil, “Kimden?” diye sormadan edemedi. Kollarını iki yana açtı. Etrafta sadece mezarlar vardı. “Burada kimden yardım istemeyi düşünüyorsun?”

      “Yakınlarda mutlaka bir görevli olmalı.”

      “Ben kimseyi görmüyorum.”

      “Girişe doğru gidelim, belki birine rastlarız.”

      Az sonra bir görevliyle değil, ama birkaç gençle karşılaştılar. Mert, “Orhan Veli Kanık’ın mezarı ne tarafta biliyor musunuz?” diye sordu.

      Aralarından biri, “İç taraflara doğru gidin.” diyerek, eliyle bir noktayı işaret etti. “Mezar taşı dikkatinizi çeker.”

      Gencin işaret ettiği yere vardıklarında, gerçekten de tarif edildiği gibi o dikkat çekici mezarı buldular. Taş, farklı yontulmuş, bilindik mezar taşlarına benzemeyen, kocaman bir kütleydi.

      “Eee, şimdi ne olacak? Gözlerimizi kapatıp İstanbul’u mu dinleyeceğiz?” Mert’in sorusu cevapsız kalmıştı. Mezarın bir köşesinde öylece dikilip durdular.

      Çok geçmeden, az önce karşılaştıkları grubu yeniden gördüler. Mezarı işaret eden genç yanlarına gelip, “Buldunuz demek.” dedi.

      Mert hafifçe başını salladı. “Bulduk, ama aradığımızın Orhan Veli Kanık’ın mezarı olup olmadığını bilmiyoruz aslında.”

      İdil birden, “İstanbul’u dinleyecektik…” dedi. Saçmaladığının farkındaydı.

      Genç, duydukları karşısında gülümsedi. “Orhan Veli’yle birlikte dinlemek isterseniz İstanbul’u, sahildeki parkta heykeli var. Yakın sayılır. Oraya gidin derim. Buradan daha canlı, hareketli bir yer!” Son cümleyi nedense sır verircesine, kısık sesle söylemişti.

      İdil bir yandan, “Teşekkür ederiz.” derken, diğer yandan başıyla Mert’e,

Скачать книгу