Скачать книгу

çıkmamıştı. Her gün defalarca hem mesaj gelip gelmediğini, hem de postadan adına gönderilmiş mektup olup olmadığını kontrol ediyordu. Kimi zaman da ilanın anlamsız bir kandırmacadan ibaret olduğunu düşünmeden edemiyordu. Bir reklam şirketinin e-posta adresi toplamak için bulduğu bir yol bile olabilirdi.

      O sırada bagetlerin iyice hızlanmasıyla Mert düşüncelerinden sıyrıldı. Dalıp gittiği sırada kütüphane iyiden iyiye loşlaşmıştı. Bakışlarını, salonun bir yanını boydan boya kaplayan, üst kısımları yay şeklindeki pencerelere çevirdi. Loşluğun nedeni anlaşılıyordu; hava kararmaya yüz tutmuştu. Çaresizce kulaklıklarını çıkartıp kitapları yeniden elden geçirmeye başladı.

      En üstte Büyük Umutlar duruyordu. Ufacık harflerle yazılmış kelimelerle dolu, altı yüz sayfalık kitap Mert’e hiç de umut vaat etmedi. Üstelik yazarının adı kapağın alt kısmına, küçücük harflerle yazılmıştı. Mert bunu, on binlerce kelimeyi gözünü kırpmadan bir araya getiren Charles Dickens’a karşı yapılan büyük bir saygısızlık olarak gördü. Yine de kitabı okumaya kalkmak yerine, kütüphaneye teslim etmek üzere kenara ayırdı.

      Onu kapakları solmuş, sayfalarının kenarları çevrilmekten yıpranmış iki kitap izledi. Biri Tom Sawyer’ın, diğeri ise Huckleberry Finn’in Serüvenleri’ydi. Her ikisi de gözüne okuyamayacağı kadar kalın görünmüştü. Daha ilk cümlelerinden eğlenceli bir kitap olduğu anlaşılan Hababam Sınıfı da yüzlerce sayfaydı.

      Az sonra kitapların tamamı, bu defa masanın diğer yanına yığılmıştı. Bu ödevi yapmanın yolunu bulacaktı elbet, ama başka bir zaman. Dizüstü bilgisayarını, masada süs görevi gören defteriyle kalemini ve kulaklığını sırt çantasına yerleştirdi. Çantayı bir omuzuna atıp kitapları yüklendi. Kocaman salonda sağlı sollu uzanan masaların arasından ağır adımlarla ilerlemeye koyuldu.

      Kimi masaların üstünden sarkan lambalar yanmaya başlamıştı bile. Çoğu, geç saatlere kadar kütüphanede kalmaya kararlı öğrencilerdi.

      Mert bir yandan masalara bakarak yürürken, yan gözle karşısında bir karaltı belirdiğini fark etti. Fark etmesiyle de adamla çarpışması bir oldu. Elindeki kitaplar etrafa saçılırken neredeyse Mert de yeri boylayacaktı. Neyse ki son anda yanındaki masanın kenarına tutunmayı başardı. Böylece sadece sendelemekle paçayı kurtarmış oldu.

      Karşısındaki adam, en az Mert kadar şaşkındı. Onun da kucakladığı kitaplar yere saçılmış, yüzündeki ince çerçeveli gözlük bir kenara doğru kaymıştı. Hatta bir an, Mert’e sarkık bıyığı bile yamuk göründü, yerlerinden oynamaları mümkünmüş gibi!

      Adam gözlüğünü düzeltip kendine çekidüzen verirken, Mert, “Affedersiniz!” diye mırıldandı. “Benim hatam. Önüme bakmadan yürüyordum.”

      Adam, “Sorun değil, evladım.” diye karşılık verdi. “Ben de pek dikkatli yürüyor sayılmazdım.”

      Mert eğilip adamın kitaplarını toplamasına yardım ederken aslında hiç de yaşlı olmadığını fark etti. Oysa genellikle yaşını başını almış kimseler, çocukları olacak yaştakilere “evladım” diye hitap ederlerdi. Adamın hem saçları hem de bıyığı simsiyahtı.

      Mert topladığı birkaç kitabı adama uzattı.

      Adam, “Teşekkür ederim.” deyip hepsini yeniden kucaklamadan önce, kahverengi kareli ceketini düzeltti. O sırada yüzüne çarpık bir gülümseme yerleşmişti. Sonra hiç vakit kaybetmeden, hızlı adımlarla salonun arka tarafına doğru ilerlemeye devam etti.

      Mert kendi kitaplarını da toplayıp alt kata indi. Kütüphaneci kadın her zamanki yerindeydi. Çocuğun sadece birkaç saat sonra, ödünç aldığı kitapları geri getirdiğini görünce, “Çok hızlı okuyorsun anlaşılan.” dedi alaycı bir tavırla.

      Mert hafifçe kızardığını hissetti. “Okumak için değildi.” diye karşılık verdi. Cümle ağzından çıkar çıkmaz da saçmaladığını anladı. Bu defa, “Bir ödev içindi.” diye geveledi. “Aslında kitaplardan birini seçmek için almıştım…” O hâlâ açıklama yapmaya çalışırken, kütüphaneci çalan telefona karşılık verdi. Bunun üzerine Mert susup telefon konuşmasının bitmesini beklemeye başladı.

      Kadın kitap teslim işlemlerini tamamlamak için her kitabı tek tek önündeki bilgisayara kaydetti. Sonra birkaç tuşa daha bastı. Ardından kaşlarını hafifçe çatarak masanın üstündeki kayıt defterinin sayfalarını çevirdi. Yeniden bilgisayarına dönüp tuşlara bastı.

      Mert, yolunda gitmeyen bir şey mi var, diye sormaya cesaret edemeden, öylece beklemeye devam etti. Kendi teslimatıyla ilgili ne gibi bir sorun olabilirdi ki? Kitapların hepsini geri getirmişti.

      Sonunda kadın, “Bu ödünç aldıklarından değil.” deyip kitaplardan birini Mert’e uzattı.

      Mert yüzünde şaşkın bir ifadeyle kitabı eline aldı. Aniden, “Ah!” diye atıldı. Aklı başına gelmişti. “Az önce ikinci katta biriyle çarpıştım. Onun kitaplarından biri herhâlde.” Kadının bir şey söylemesine fırsat vermeden, koşarcasına ikinci kata çıktı. Çarpıştığı adam oralarda bir yerde olmalıydı.

      Tam çarpıştıkları yere gelip gözleriyle salonu taradı. Aradığı kişiyi göremeyince masaların arasında koridora dönüşmüş olan yol boyunca, adamın az önce yaptığı gibi salonun arkasına doğru ilerledi. Bir yandan da her masaya göz atıyordu. Az önce kendisinin oturduğu yere genç yaşlarda, kumral biri yerleşmişti; adamdan ise eser yoktu.

      Bunun üzerine bir üst kata çıktı. Gözlüklü adama orada da rastlayamayınca omuzlarını silkti. Kitabı kütüphaneciye teslim etmekten başka çaresi kalmamıştı. Yine koşarcasına kadının durduğu bankoya yaklaştı. “Affedersiniz.” diye söze girdi. “Çarpıştığım kişiyi bulamadım. Size teslim edeyim ben bunu.” deyip kitabı kadına uzattı.

      Kütüphaneci, Mert’e boş boş bakarak, “Alamam.” dedi. “Kütüphanemize ait olmayan bir kitabı teslim almam mümkün değil.” Sözlerinin iyice anlaşılmasını sağlamak için son iki kelimeyi vurgulayarak söylemişti.

      Mert kitabı elinde evirip çevirdi. Sonra sırt kısmındaki numarayı işaret etti. “Ama nasıl olur? Bakın, burada numarası var: 000187. Kütüphanedeki tüm kitaplarda olduğu gibi…”

      “Evet, ama kütüphanemize o numarayla kayıtlı başka bir kitap var zaten. Adı: Pal Sokağı Çocukları. Elindeki kitabın adı ne?”

      Mert ancak o zaman, kitabın eskimiş kahverengi cildinde hiç yazı olmadığını fark etti. Hızlı hareketlerle kitabın ilk birkaç sayfasını çevirdi. Ne kitabın ne de yazarın adı vardı. Kitabın künyesinden de eser yoktu. İlk sayfaları kopmuştu. Doğrudan birinci bölüm başlıyordu.

      Kütüphaneci bilmiş bir tavırla Mert’e baktı. “Hem bizdeki kitabı ödünç alan kişinin adı İdil Doğan. Senin adının İdil olmadığını, kütüphane kartını görmemiş olsam da anlardım.” Mert’in az önce yaptığı açıklamayı duymamıştı sanki! Dudakları gülecekmiş gibi bir yana büküldü ama gülmedi. O hâliyle nasıl da sevimsizdi!

      Mert tam itiraz edip tekrar açıklamaya girişecekti ki, çarpıştığı adamın adının da İdil olamayacağını düşünerek sustu. Zaten daha fazla ısrar etmenin bir anlamı yoktu. Kütüphaneci kararlı görünüyordu. Hafifçe elini kaldırıp kadına teşekkür etti. Ardından ne adını ne de kime ait olduğunu bildiği kitapla kütüphaneden çıktı.

      Adam görevini başarıyla tamamlamış, kitabın doğru çocuğun eline geçmesini sağlamıştı. Umarım hayal kırıklığına uğratmaz, diye düşündü. Çocuğa

Скачать книгу