Скачать книгу

sürü ampul birdenbire sarı bir ışıkla canlandı. Bu sırada dört kişi hararetli münakaşalar ederek geldiler, Ömer’le Nihat’ın masasının yanına oturdular. Nihat bunlara dönerek: “Nereden teşrif, üstatlar?” dedi.

      Yeni gelenlerin arasında kısa boylu ve sinirli hareketleriyle göze çarpan biri, “Siz burada mısınız?” diye başka bir sualle cevap verdi. Sonra: “Ne saçma sual, değil mi?” diye ilave etti.

      “İşte görüyoruz ki buradasınız. Ne diye sorarız acaba? Türkçenin kendine mahsus bir manasızlığı. Dünyada hiçbir lisanda bu kabiliyet yoktur. Saatlerce konuşup hiçbir şey ifade etmemek kabiliyeti!”

      Gene yeni gelenlerden ve gene kısa boylu birisi, kalın camlı gözlüklerinin altında ne renkte olduğu belli olmayan gözlerini kısarak: “Sualinde Türkçenin bu kabiliyetini artırmakla meşgul olduğunun farkında mısın?” dedi.

      Ömer, yüzünü buruşturarak mırıldandı: “Aman!.. Gene espriler başladı. Benim kafamın boş zamanları bana bu bitip tükenmez nüktelerden daha manalı görünüyor…”

      Nihat, aynı yavaş sesle: “Düşün ki ikisi de bu memleketin meşhur adamlarıdır. Bir büyük şairin ve daha büyük bir muharririn sözlerinde herhâlde bir keramet mevcuttur…” dedi ve Ömer’in kıs kıs gülmesine iştirak etti.

      Gelenlerin arasında ilk konuşan iki kişiden başkası ağızlarını açmıyordu. Nihat bunlardan birine yavaşça sokuldu, birkaç kelime konuştular. Öteki, başıyla evet makamında bir işaret yaptı. Nihat, derhâl Ömer’e dönerek: “Oldu… Bu akşam emniyetteyiz…” dedi. Ömer içini çekti. Bu havadisin onu pek sevindirmediğini gören Nihat: “Ne o? Beğenmedin mi?” diye sordu.

      “Ne kadar zavallı olduğumuzun farkında mısın?”

      “Neden? Hiç ömründe anafor rakı içmemiş gibi konuşuyorsun!”

      “Allah aşkına sus. Bütün ömrüm… Bütün ömrümüz kepazelik…”

      “Meğer sen fazilet abidesiymişsin!”

      “Değil! Değil, fakat şu muhakkak ki bugün olduğum gibi olmak da istemiyorum. Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün, fakat içimde öyle bir şeytan var ki… Bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız. Senin dünyaya hâkimiyet planların bile eminim ki onun mahsulü…”

      Nihat, daha fazla sabredemeyerek Ömer’in sözünü kesti: “Allah aşkına bu mistik konferansları bırak. Ben senin derdini anlıyorum. Yalnız bunu yüzüne söylersem kızacaksın!”

      “Söyle bakalım!”

      “Sen evlenmek istiyorsun!”

      Ömer, tiksinir gibi oldu ve: “Aptal!..” dedi. Sonra cebinden mecmuasını çıkararak karıştırmaya başladı.

      Nihat, biraz evvel konuşan kalın gözlüklü zata dönerek: “E, İsmet Şerif Bey, bugünkü yazınız nefisti. Düşmanlarına sizin kadar keskin silahlarla ve kuvvetli mantıkla hücum eden başka muharririmiz yok. Her hafta makalelerinizi sabırsızlıkla bekliyoruz.”

      Ömer, mecmuadan başını kaldırarak: “Okuyucu mektubu mu okuyorsun?” dedi.

      “Yanlış mı söylüyorum?”

      “Hayır, fakat şunu da ilave et ki dostumuz İsmet Şerif’in yere çaldığı düşmanların başında kendisi geliyor. Bir ay evvel söylediğinin bir ay sonra daima ve daha kuvvetle aksini iddia ettiğine göre ilk öldürdüğü hasım gene İsmet Şerif’tir. Değil mi Emin Kâmil?”

      Demin Türk lisanının manasızlık kabiliyetinden bahseden ve her meselede İsmet Şerif’le münakaşa halinde olduğu görülen büyük şair: “Tabii, tabii!” dedi.

      İsmet Şerif, küçüklükte aldığı bir yara neticesinde sol omzuna doğru biraz eğrilmiş olan başını doğrultmaya çalışarak: “Hayatın bir değişmeler silsilesi ve her değişmenin bir gelişim olduğunu anlamayanlar yobaz kafalı insanlardır.” dedi ve başka cevaba lüzum görmeyerek boynundaki yara yerini kurcaladı. Balkan Harbi’nde babasıyla beraber Edirne’de bulunurlarken serseri bir mermi parçasının boynunda açtığı bu oldukça büyük yara, İsmet Şerif’in hayatının en mühim hadisesiydi. Bu onun, en büyük romanına mevzu olmakla kalmamış, bölüğüyle Edirne’den bir çıkış hareketi yaparken kahramanca şehit olduğunu söylediği babasıyla beraber karakterinin ve kafasının teşekkülünde en mühim rolü oynamıştı. Şimdi, büyük gazetelerden birine haftada bir defa yazdığı makalelerle memleket içinde ve dışındaki bütün siyasi, iktisadi ve edebi meselelere temas ediyor ve her yazısını, akıllıca bir mantık silsilesini takip eden keskin bir hüküm ve çare ile bitiriyordu. Bu büyük yazar ve düşünürle çok kere beraber gezen, beraber içen ve beraber düşünen, fakat aynı zamanda arkadaşının her fikrine, her sözüne itiraz etmeyi kendisine vazife addeden şair Emin Kâmil, iş güç sahibi olmayan bir mirasyediydi. Ömrünün büyük bir kısmını babasının Yeşilköy civarındaki çiftliğinde oturup avlanmak, köpek beslemek ve senede birkaç derin manalı şiir yazarak edebiyat meraklılarını mesut etmekle geçiriyordu. Başka işi olmadığı için son senelerde Budizm’e merak sardırmış, saçlarını kökünden kestirip çiftlikte yalın ayak dolaşarak Nirvana’ya varmak istemiş, sonra bundan vazgeçerek birkaç aydan beri Çinli Lao Tse’nin hayranı olmuştu. Elinde Çin felsefesine dair Fransızca kitaplarla dolaşıyor, hayatı ve insanları bunlara göre izah etmeye çalışıyordu. Zeki ve duygulu tarafı olduğu halde arkadaşları arasında pek ciddiye alınmamasından müteessirdi ve bunun acısını etrafını mağrur bir küçümsemeyle süzerek çıkarmaya çalışıyordu. Nihat’la Ömer, bir zamanlar bir gençlik mecmuası çıkarmışlar ve bu iki üstattan başmakale ve şiir istemek suretiyle onları tanımışlardı. Mecmua çoktan battığı ve yerine gene süratle batan yenileri çıktığı halde bu ahbaplık devam ediyordu; Ömer, böyle şeylerle artık meşgul olmadığı halde Nihat’ın hâlâ birtakım mecmualarla alakası vardı. İsmet Şerif’in yazı yazdığı gazetelerde ara sıra “Gençlik Hareketleri” diye makaleler neşreder ve ne kastettiği pek kolay anlaşılmayan ve açıkça söylemediği bir düşmana çatıyormuş hissini veren yazıları bazı gençler tarafından hararetle münakaşa edilirdi. İsmet Şerif’le Emin Kâmil’in yanında gelen gençler ise, tahsillerini yarıda bırakıp gazetecilik işine girmişlerdi. Türkçeleri düzgün olmadığı ve hemen hemen hiçbir şey bilmedikleri için muhabirlikten ileri geçemiyorlardı. Üstatların, meclisinde ses çıkarmadan oturmalarına ve onların hiç arkasını kesmeden savurdukları nüktelere hayran hayran gülmekle vakit geçirirlerdi. İsmet Şerif, birdenbire yerinden fırlayarak emreder gibi: “Hadi gidelim!” dedi. Onun sık sık görülen bu mütehakkim15 hali ile mazlum bir şekilde sol omzuna doğru yatan boynu hazin bir tezat teşkil ediyordu.

      Hep beraber yerlerinden kalktılar. Ömer, içtiği çayın parasını teneke masanın üstüne bıraktı. Nihat da kendi parasını verdi. Diğerleri küçük bir münakaşadan sonra oraya yakın bir yerde, Koska taraflarında son zamanlarda keşfettikleri bir meyhaneye gidilmesini kararlaştırmışlardı. Hep beraber yürüdüler. Dışarıdan bakılınca meyhaneden ziyade kalaycı dükkânını andıran bu basık tavanlı yerde, tıraşları uzamış birkaç yaşlı akşamcı ile iki üç esnaftan ve tezgâhın yanında bir iskemleye oturarak udunu yanına dayayan siyah gözlüklü bir çalgıcı ile ayağına çorapsız potinler giymiş, on-on iki yaşlarında bir çocuktan başka kimseler yoktu. Bunlar bir müddet çaldıktan sonra istirahat edeceğe benziyorlardı. Uzun ve sarı yüzlü çocuk, Ömer’in hemen gözüne çarptı. Halinde henüz atamadığı bir masumluk ile henüz

Скачать книгу


<p>15</p>

Mütehakkim (Ar.): Hakim olan, hükmeden