Скачать книгу

O, müziğe, diğer arkadaşları gibi bulacakları kocanın seviyesini bir derece yüksek tutmakta yardımcı olsun diye heves etmemişti. Ona, evlendikten sonra bir kenara atılacak bir genç kızlık elbisesi gözüyle bakmıyor, bütün ömrü müddetince, bu ömrün manası olarak yanında götüreceği yakın bir arkadaş diye sarılıyordu. Yazın sıcak günlerini loş sofada uzanmak, uçsuz bucaksız düşüncelere dalmak, annesinin komşularla beraber tertip ettiği bağ ve bahçe gezmelerine giderek delişmen arkadaşların oyunlarına katılmak ve bu geçici “kendini unutma”dan daha kuvvetli bir iç sıkıntısı ile uyanmak suretiyle geçiriyordu.

      Bu sırada, gene bir tesadüf, nasıl devam edecek diye düşünmekten bile yorulduğu hayatına, başka bir istikamet verdi: Hem gezmek hem de satıp savacak şey kalıp kalmadığını bir daha gözden geçirmek için İstanbul’dan Balıkesir’e gelen Emine teyze, hoppa kızına hiç benzemeyen bu ağırbaşlı, güzel akrabaya meftun oluvermişti. Hele onun müziğe çalıştığını öğrenince ortalığı ayağa kaldırdı. Balıkesir’de kalmış olan akrabalarına biraz da merhametle baktığını hissettiren bir eda ile “İnan olsun Macide’yi burada bırakmam. Burada ziyan olacak kız mı bu? İstanbul’da hem okur hem dünya görür hem de burada patlayacağına Semiha ile gezip eğlenir…” dedi. Sonra, kızın anasını ve babasını asıl can evinden yakalayarak: “Kızınıza burada memurdan başka koca bulamazsınız ki… Hâlbuki o doktorlara, mühendislere layık… Hele birkaç sene bizde kalsın da görürsünüz.” diye ilave etti.

      Macide bu neşeli, cana yakın teyzeye bayılmıştı. Eve her gelip gidişinde yanaklarını sıkı sıkı öpen, ona İstanbul’dan, orada bulacağı arkadaşlardan bahseden ve Macide’nin: “Acaba konservatuvara gidebilir miyim?” sualine: “Aa! O da söz mü? İstediğin yere gidersin!” diye cevap veren Emine teyze, Macide’nin gözüne gökten onu kurtarmaya gelmiş yaşlıca ve şişmanca bir melaike gibi görünüyordu. Annesi ve babası pek itiraz etmediler. Mevsim sonbahara yaklaştığı için ellerinde mahsulden kalma biraz paraları vardı. Macide’ye birkaç kat “İstanbulluk” elbise yaptırdılar. Emine teyze ile ikisinin yanına bir teneke yeşil zeytin, birkaç teneke bal ve iki tane küçük halı kattılar ve bir daha görmeyecekleri çocuklarını trene bindirip yolladılar. İstasyonda yalnız annesi ağladı, babası ara sıra yakalıksız gömleğini kurcalamakla ve tren kalktığı sırada kaşlarını çatıp başını hafifçe sallamakla yetindi.

      6

      Nihat’la Ömer köprüden ağır ağır Babıâli Caddesi’ne doğru yürüdüler. Kitapçı camekânlarını seyrederek Beyazıt’a gitmek istiyorlardı. İki tarafında zevksiz kapaklar içinde iyili kötülü kitapların ve ciğer kebabı ile zeytinyağlı enginarın teşhir edildiği yokuşu hiç konuşmadan çıkıyorlardı. Postane yakınından geçerlerken Ömer’in içinden bugün şeytanın ayağını kırıp daireye uğramak geçti, fakat öğle paydosu yaklaşmıştı; gitmek gülünç olacaktı. Vazifeperverlikten geldiğini zannettiği ve manasız bulduğu garip bir üzüntüyle ayaklarını sürüdü. Bir tütüncünün tezgâhında, su musluğunun yanına sıralanmış duran mecmualardan birini on beş kuruş verip aldı; yazanların ismine bir göz attıktan sonra kıvırıp cebine koydu. Nihat, hep dalgındı. Bir öğle yemeğine yetecek kadar paraları olmadığı halde Ömer’in bir mecmuaya on beş kuruş verdiğini bile fark etmedi. Öğleden evvel çok tenha olan caddede hiçbir tanıdığa rastlamadılar. Beyazıt’a gelince caminin yanındaki kahvelerden birinde oturdular. Burada da kimseler yoktu. Uzaktaki köşelerden birinde iki tane zavallı fen fakültesi talebesi harıl harıl ders ezberlemekle meşgullerdi. İlerde, caddeye yakın tarafta sakallı bir softa bozuntusu nargile içiyor ve kurnaz gözlerle etrafı süzüyordu. Bir müddet oturup meydandan gelip geçenlere, tramvaylara, dilencilere baktılar. Nihayet, Nihat, rüyadan uyanıyormuş gibi başını kaldırarak:

      “Para lazım azizim!” dedi.

      “Malum. Birazdan yemeğe gelenler arasında bir ahbap bulur, isteriz… Bir lira yeter değil mi?”

      Nihat, küçümseme ve hiddetle ona baktı. “Öyle para değil, adamakıllı para… İş yapacak para!..”

      “Ticarete mi başlıyorsun?”

      “Gevezeliği bırak azizim. Senin kafan da işte bunları anlamaz. Benimki nasıl senin semalarda dolaşan düşüncelerini kavramıyorsa… Ömrümün sonuna kadar felsefe fakültesi talebesi kalmak niyetinde değilim herhâlde…”

      “Talebesi kalma da mezunu ol.”

      “Mezun olsam da bu beni tatmin eder mi sanıyorsun?”

      Ömer, biraz ciddileşerek: “Sahi, Nihat!” dedi. “Son günlerde sen biraz esrarengiz adam oldun. Garip sözler söylüyorsun, hiç görmediğim birtakım insanlarla ahbaplık ediyorsun, hele geçen gün yanındaki Tatar suratlı herifi hiç beğenmedim. Nedir bunlar?”

      Nihat, şüpheli bir bakışla etrafını gözden geçirdi, sonra: “Sus!” dedi. “Sen gevezenin birisin, aklının ermediği şeylere burnunu sokma… Zekice sözler söylemekte ve hayaller kurmakta devam et. Akıllandığın ve realiteye döndüğün zaman seninle daha uzun konuşuruz…”

      Bir müddet düşündükten sonra fikrini değiştirmiş gibi: “Mamafih, bugünlerde seninle konuşacağım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki paraya ihtiyacımız var…”

      “İhtiyacınız mı var? Siz kimsiniz? Ne kadar lazım?”

      “Kim olduğumuzu şimdilik sorma… İstediğimiz para da bir miktar değil… Her zaman ve hiç arkası kesilmeden para lazım.”

      Ömer güldü ve “Merak etmeye başladım!” dedi.

      Nihat, eliyle konuşmayı kesti. “Yeter. Seninle konuşacağım dedim ya, bekle… Şimdi öğle yemeğini ve sonra da akşamı düşünelim!”

      Saat ikiye kadar kahvenin karşısındaki lokantaya gelenleri gözden geçirdiler. Bunların arasında tek tük tanıdık bulunmakla beraber bir yemek ısmarlatacak kadar yakın kimse yoktu. Nihayet ümidi keserek birer simit ve birer çay ile karınlarını doyurdular. Mekteplerin tatil zamanı olduğu için bu kahveleri memleketin muhtelif yerlerinden İstanbul’a eğlenmeye gelen muallimler dolduruyordu. Öğleden sonra birer ikişer gelip burada diğer arkadaşlarıyla buluşan ve akşama kadar vakitlerini tavla oynamakla geçiren bu “yazlık” müşteriler, gece nereye gideceklerine dair kararlar verdikten sonra gene geldikleri gibi grup grup kalkar ve Beyoğlu’nun ucuz birahanelerinin yolunu tutarlardı. Ortalık karardıktan sonra burada yalnız talebeler, bir de ders senesi esnasında tatil için para biriktirememiş olanlar kalırdı. Ömer’le Nihat, güneşin tesiriyle ara sıra yer değiştirerek akşama kadar oturdular. Her ikisi de kendi âlemine dalmıştı. Nihat planlar, tasavvurlarla dolu kafasına serbestçe yol veriyor; Ömer, belirli bir şey üzerinde durmadan birçok birbirine aykırı şeyler düşünüyordu. Birkaç kere elini cebine atarak biraz evvel aldığı mecmuayı okumak istedi, fakat yazıların başlıklarından ileri geçemedi ve elinde kıvırdığı sayfaları masanın üzerine vurarak: “Yarabbi… İnsanı bu iç sıkıntısından kurtaracak bir şey yok mu?” diye söylendi. Çok kere böyle oluyordu. Bütün kafası birdenbire boşalıyor, göğsünün ve gırtlağının üstüne bir ağırlık çöküyor ve ne olduğunu bilmediği birtakım şiddetli arzuların hasretini duyuyordu.

      Nihat, “Ne istediğini bilsen canın sıkılmaz!” dedi.

      Ömer, yalvarır gibi cevap verdi: “Bana istenecek bir şey söyle, uğruna can verilecek bir şey söyle, hemen dört elle sarılayım…”

      Nihat güldü. “Gördün mü? Derhâl sapıtıyorsun. Hayatta hiçbir şey, uğrunda ölmek için istenmez. Her şey yaşamamız için olmalıdır, hatta biraz ileri gideyim, kendi yaşamamız için… Sen kafanın içindeki yokluğa o kadar saplanmışsın ki derhâl uğrunda can

Скачать книгу