ТОП просматриваемых книг сайта:
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN. Sabahattin Ali
Читать онлайн.Название İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN
Год выпуска 0
isbn 978-625-8035-58-2
Автор произведения Sabahattin Ali
Издательство Автор
Ömer, bir yutkundu ve: “Evet, çok üzüldüm. Başınız sağ olsun!” dedi.
Macide, gene aynı lakayt tavrıyla, fakat hiç nezaketsiz olmayarak: “Teşekkür ederim.” dedi ve odasına girdi. Ömer de kendi odasına girmek için döndü, fakat o zaman dışarı çıkışının ne kadar gülünç olacağı aklına gelerek musluğa gitti, gözlüğünü bir eline aldı; öteki eliyle yüzünü biraz ıslattı ve avucunda bir tura gibi bükülmüş duran havluya kuruladı. Ağzı büsbütün kuruduğu halde su içmeyi unutmuştu.
Odasında bir müddet ayakta kaldı. İçinde her şeyi daha fena yaptığına, genç kızın karşısında gülünç ve zavallı bir hâl aldığına inanan bir taraf vardı. “Tuu Allah belasını versin. Ne kadar salaklaştım. Galiba kıza da yiyecek gibi baktım. Belli etmedi, ama muhakkak fena halde içerlemiştir. Ben kız olsam benim tipimde erkeklerden iğrenirdim.” diye söylendi. Gidip sedire oturamıyor, küçük odada aşağı yukarı dolaşmak istese bununla telaşını ispat edeceğini, belki de bitişik odadan duyulacağını düşünüyor, kararsızca ortada dikilip kalıyordu. “Hayat sahiden yaşanmaya değmeyecek kadar küçüklükler ve bayağılıklarla dolu!” diye mırıldandı. Sonra: “Adam sen de!” diyerek geriye döndü, dışarı çıktı ve merdivenlerden alt kata, sofaya indi.
Beyaz muşamba örtülü sofra hazırlanmıştı. Fatma, ıslak ellerini birer birer yanlarına kurulayarak bahçe tarafından geldi. Bir elindeki emaye kapta iri yeşil zeytin taneleri vardı. Bunu masanın üzerine, gömeçli bal tabağının yanına koydu ve: “Siz oturun beyim, bizimkiler geç kalkarlar,” dedi. Ömer bugün de ev halkını görmeden gideceğini, mamafih onların buna gene darılmayacaklarını düşündü.
Yalnız, “Eniştem gitti mi?” diye sordu.
“Hayır… Daha kalkmadı!”
Demek Galip Efendi de artık işlerin yakasını bırakmıştı. Yağ iskelesindeki dükkâna sabah namazından evvel gitmenin bir faydası olmadığını nihayet o da anlamış ve on altı yaşındaki çırağın namusuna güvenerek sabah uykusu kestirmeyi daha akıl kârı bulmuştu. Bir iskemle çekip oturdu. Önündeki beyaz cam fincana Fatma, çay dolduruyordu. Yukarıdaki odanın kapısı açıldı. Sofada ayak sesleri oldu.
Ömer, lakayt olmaya çalışan bir sesle: “Semiha galiba!” dedi.
“Değildir, değildir… Küçük hanım öğle olmadan kalkmaz… Herhâlde Macide Hanım olacak. Mektep vaktidir. Dün gitmemişti. Kadıköy’de bir ahbapta idiler, ama bugün nasıl gidecek?”
Yukarıda ayak tıpırtıları devam ediyordu. Macide, herhâlde ayakkabılarını giymekle meşguldü. Fatma, Ömer’in yanına sokularak kulağına fısıldadı.
“O mektep çalgılı, türkülü bir yermiş… Böyle günde gidilir mi?”
Sonra başını sallayarak ilave etti: “Ama burada kapanıp da ne yapsın? Belki hava alır da içi açılır. Pek acıyorum kızcağıza…”
Macide, merdivenlerden inmeye başladı. Yeşil kareli ve kiremit renginde spor bir etek ve kahverengi yünden bir kazak giymişti. Başında aynı renkte bir bere vardı. Ömer’in gözleri ona çevrildi. Yüzünü gülümsemeye benzer bir şey buruşturdu. Macide de yüzünde tatlı bir tebessümle geliyordu. Loş sofada gözlerinin kırmızılığı ve yüzünün solgunluğu pek belli olmuyor, sadece biraz süzgün duruyordu. Ömer, onun tebessümünü fevkalâde acı buldu. Böyle zamanlarda gülmenin doğru olmadığını düşünerek değil… Macide’nin ne kadar ıstırap içinde olduğunu fark etmemek için kör olmak lazımdı, fakat bu garip genç kız, etrafındakilere kederini bile göstermek istemeyecek kadar kendine güvenen bir mahlûktu. Dudaklarındaki oldukça muvaffak tebessüm, ona yaklaşmak isteyenleri itiyor gibiydi. Ömer içinden: “Başıma büyük bir iş sardırmak üzereyim, inşallah sonu iyi olur!..” diye söylendi. Macide, Ömer’in tam karşısına geçti. Fincanını alarak birkaç yudum içti. Canı hiçbir şey istemiyor, fakat herhangi bir fevkaladelik yapmış olmamak için sıcak çayını bitirmeye çalışıyordu. Bir aralık gözleri Ömer’inkilerle karşılaştı. Kumral saçları beyaz alnına dökülen delikanlının hali ona biraz gülünç, fakat çok samimi geldi. Macide’nin yüzünü de içten gelen sıcak bir hava sardı ve göz kapaklarını hafifçe kapayarak içini çekti. Bu anda bütün duruşu: “Halimi görüyorsunuz ya!” der gibiydi. Ömer, bunu derhâl anladı. Karşısındakine sabit gözlerle bakarak derin bir nefes aldı. Bir kompartımanda oturan ve birbirinin dilini bilmeyen iki insan gibi yavaş yavaş ve çekingen tebessümlerle anlaşmaya çalışıyorlardı. Ömer, birkaç kere ağzını açarak ileri doğru eğildi. Bir şey söyleyecek gibi oldu, sonra vazgeçti. Macide, bunu fark etmemiş görünüyordu. Nihayet her ikisi de aynı zamanda ayağa kalktılar.
Ömer, Fatma’ya: “Teyzemle enişteme selam söyle! Bak, bekledim, hâlâ kalkmadılar. Kabahat benden gitti,” dedi, sonra gülümseyerek ilave etti: “Semiha’nın da gözlerinden öperim!”
Şapkasını aldı. Macide de notalarını almış ve açık renk pardösüsünü sırtına geçirmişti. Ömer, ehemmiyetsiz bir tavırla sordu.
“Siz de çıkıyor musunuz?”
“Evet! Görüyorsunuz!”
Ömer: “Bu kızın karşısında hokkabazlık yapılmayacak,” diye düşündü.
Pişkin metotlar, mektep arkadaşı olan kızları hayran bırakan hoş küstahlıklar, hatta bazen hayâsızlığa kadar varan şuh nükteler ölü cisimler halinde kafasında yatıyordu. Buna mukabil, arzuları eskiden duyduklarıyla kıyas edilemeyecek kadar şiddetliydi. Macide’nin, kapıdan çıkarken eline dokunan parmakları Ömer’i kıpkırmızı etmişti. Uzun ve siyah kirpiklerinin altında o mağrur tebessümü muhafazaya çalışan kederli gözleri, delikanlının üstünde dolaştıkça onu büsbütün şaşırtıyor ve manasızca etrafına bakınmaya ve susmaya sevk ediyordu. Ara sıra Ömer’in gözleri de yanındakini süzüyor, onun kahverengi kazağın altında beliren göğsü, önünü iliklemediği pardösüden dışarı fırlamaya çalışırken genç adam dişlerini sıkıyor ve süratle nefes alıyordu. Tramvay caddesine geldikleri zaman birbirlerine bakıştılar.
Ömer hemen sordu: “Nereye gideceksiniz? Konservatuvara mı? Saat daha sekiz… Benim bir saat daha vaktim var. İsterseniz yürüyelim.”
Macide, evet makamında başını sallayarak yoluna devam etti. Beyazıt’a, oradan Bakırcılar’a doğru geldiler. Her ikisinde de aynı sıkıntı devam ediyordu. Ömer, içinden söylenmeye başladı: “Dut yemiş bülbül gibi dilim tutuldu. Kendimde ilk defa tespit ettiğim bir hâl. Mamafih, vaziyet de tuhaf. İlk defa tanıştığım ve bir gün evvel babasının ölümünü duymuş matemli bir kıza da hemen ilanı aşk edilmez ya… Ancak teselli verilir… Benim de ömrümde yapmadığım şey. Ne kimse beni teselli etmeli ne de ben kimseyi… Riyakârlık tesellide son haddini bulur. Bu anda çehrelerin aldığı yalancı teessür ifadesi, o biraz yukarı kalkıp birbirine yaklaşan kaşlar, o hafif hafif ve anlayışlı bir tavırla sallanan baş ve o derinden çıkarılmaya çalışılan matemli ses insanı deli eder. Bu kızın da aynen benim gibi düşündüğüne eminim. Muhakkak böyle şeylerden hoşlanmayacaktır. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp mektebine gidişinden belli… Peki, ama ne halt etmeli? Ağzı süt kokan iki orta mektep talebesi gibi bakışıp süzülmek de pek akıl kârı değil. Bu da bir başka soğukluk… Şimdi elimi uzatıp allahaısmarladık diyerek kaçıversem ne olur? Ben bu kadar sıkıntıya gelemem, fakat neden yapamıyorum? Muhakkak beni burada ona bağlayan bir şey var… Yandan görünüşü harikulade… Ne beyaz yüzü var… Biraz sarımtırak… Acaba uykusuzluktan mı, yoksa hep böyle mi? Ben bu kızı muhakkak tanıyorum. Yani ruhunu tanıyorum. Aramızda bir şeyler var… Ah, aptal Nihat! Beni bir