Скачать книгу

birden yoğunlaştı, kımıldadı ve şapkalar çıktı. Prenses Mariya, gözlerini yere indirip ayakları eteklerine dolaşarak onlara yaklaştı. Karşısında çeşitli ve çok sayıda ihtiyar ve genç gözler, değişik yüzler vardı. Bundan ötürü tek bir yüz göremiyor, tümüyle birden konuşmak gerekliliğini duyarak ne yapacağını bilmiyordu. Ama babasının ve kardeşinin temsilcisi olduğunu düşününce birden kendini toparladı ve konuşmaya başladı:

      “Geldiğinize sevindim…” dedi bakışlarını yerden kaldırmadan ve kalbi şiddetle çarparak. “Dronuşka, savaş yüzünden perişan olduğunuzu söyledi. Bizim uğradığımız ortak bir felaket bu. Size yardım konusunda hiçbir şey esirgemeyeceğim. Kendim de gideceğim… Burada kalmak tehlikeli… Düşman çok yakında. Çünkü… Size her şeyi vereceğim dostlarım, merak etmeyin, her şeyi; bütün buğdayımızı alın, yeter ki yoksulluk çekmeyin. Bu buğdayı, burada kalmanız için verdiğimi söyledilerse yanlış bu. Bütün mallarınızı yanınıza alarak Moskova’daki malikânemize gitmenizi rica ediyorum. Orada yoksulluk çekmeyeceğiniz konusunda söz veriyorum size. Eviniz de buğdayınız da olacak.”

      Prenses sustu. Kalabalıktan, iç çekmelerden başka ses duyulmuyordu.

      “Bunu kendiliğimden yapmıyorum…” diye söze başladı yeniden. “İyi bir efendi olan babamın, kardeşimin ve oğlunun adına yapıyorum.”

      Yeniden sustu. Kimse ağzını açmıyordu.

      “Felaketimiz müşterektir ve bunu paylaşacağız. Neyim varsa sizindir…” dedi karşısındakilerin yüzlerine bakarak.

      Hepsinin yüzünde ne olduğunu kavrayamadığı bir ifade vardı. Bu; merak, bağlılık, minnettarlık ya da korku ve işkillenme miydi belli değildi. Ama ifade, her yüzde aynıydı.

      Arkalarından bir ses “İyiliğinize teşekkür ederiz ama efendilerin buğdayını almak işimize gelmez…” dedi.

      “Niçin gelmez?” dedi Prenses.

      Kimse cevap vermedi ve Prenses, göz göze geldiği köylülerin başlarını önlerine eğdiklerini fark etti.

      Bu sessizlik, Prenses’i sıkmıştı. Birisiyle göz göze gelmeye çalıştı. Önünde duran ve değneğine dayanan bir ihtiyara sordu:

      “Niçin bir şey söylemiyorsunuz? Başka şey istiyorsanız söyle. Onu da yapacağım.”

      İhtiyar sanki kızmış gibi başını önüne eğerek söylendi:

      “Niçin kabul edelim? Buğdaya ihtiyacımız yok!”

      “Niçin her şeyi bırakıp gidelim? İstemiyoruz… Hayır, istemiyoruz. Razı değiliz buna, sana üzülüyoruz. Kendin yalnız git…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.

      Ve bütün yüzlerde yeniden tek ve aynı anlam belirdi. Ne var ki bu sefer, merak ya da minnettarlık söz konusu değildi; düşmanca bir kararlılıktı bu.

      “Şüphesiz yanlış anladınız…” dedi Prenses Mariya üzüntüyle gülümseyerek. “Niçin buradan gitmek istemiyorsunuz? Size ev ve yiyecek vereceğimi söylüyorum, söz bu. Burada düşman mahveder sizi…”

      Ama kalabalığın gürültüsü arasında sesi duyulmaz olmuştu.

      “Razı değiliz biz! Varsın mahvetsin bizi! Buğdayını almayacağız, razı değiliz!”

      Prenses Mariya, kalabalıktan biriyle yeniden göz göze gelmek istedi. Ama hiç kimse gözlerine bakmıyordu, bakışlarını kaçırıyorlardı. Prenses ne yapacağını kestiremedi.

      “Ne güzel öğütler de veriyor… Esirliğe devam etmek için ardından gidecekmişiz! Evin ocağın harap olsun, üstelik boyunduruk altında yaşamaya devam et! Bak hele! Buğday verecekmiş!” diyen sesler duyuluyordu kalabalıktan.

      Başını önüne eğen Prenses Mariya kalabalıktan ayrıldı ve eve girdi. Hareket etmesi için ertesi gün kendisine at gerekli olduğunu Dron’a tekrarlayarak odasına çekildi ve düşüncelere daldı.

      XII

      Prenses Mariya, o gece, odasının açık penceresi önünde oturdu ve mujiklerin köyden yankılanan seslerini dinledi. Ama onları düşünmüyordu. Ne yapsa onları anlayamayacağını biliyordu. Bir tek şeyi düşünüyordu sadece: Bu da günün endişelerinin yarattığı duraklamadan sonra artık geçmişe aitmiş gibi görünen ve derinden duymuş olduğu o acıydı. Artık hatırlayabilir, ağlayabilir, dua edebilirdi. Güneş batınca rüzgâr da kesilmişti. Gece, sakin ve serindi. Gece yarısında köyden gelen sesler kesildi, bir horoz öttü. Ihlamurların arasından bir dolunay çıktı. Serin, beyaz bir çiğ sisi yükseldi; sessizlik, köyü ve evi kapladı.

      Yakın geçmişin hatıraları, babasının hastalığı ve son günleri gözünün önünde canlandı. Bunları kederli bir sevinçle tek tek gözünün önüne getiriyor; yalnızca bir tanesini, gecenin bu esrarlı ve sakin saatinde, zihninde canlandırmaya bile cesaret edemediği babasının ölüm sahnesini uzaklaştırmaya çalışıyordu.

      Bu tablolar öyle açık bir şekilde, öyle ince ayrıntılarıyla gözlerinin önüne geliyordu ki onları kâh bir gerçek kâh bir geçmiş kâh bir gelecek sanıyordu.

      Babasına inme inmesi, Lisi Gori’de koltuklarına girip bahçede sürüklemeleri, dolaşan diliyle bir şeyler söylemeye çalışması, kırlaşmış kaşlarını oynatıp durması ve korku dolu gözlerle bakışı, sanki yeniden gerçekleşen ve onun gözünde canlanan şeylerdi.

      Ölürken bana söylediklerini o anda söylemek istiyordu aslında. Bu sözleri söylemeyi her zaman istemişti… dedi Prenses kendi kendine.

      Daha sonra, babasının isteğine karşı gelerek bir felaket olacağını önceden sezip Lisi Gori’de kaldığı geceyi, krizden önceki geceyi hatırladı. Uyuyamamış, ayaklarının ucuna basarak aşağıya inmiş, babasının geceyi geçirdiği çiçekliğin kapısına yaklaşarak onu dinlemişti. Bitkin ve yorgun sesiyle Tihon’a bir şeyler söylüyordu babası. Konuşmak istediği besbelliydi. Beni niçin çağırmadı? diye düşündü Prenses Mariya. Artık, içindekileri hiç kimseye açıklayamayacak. Düşündüklerinin tümünü söyleyebileceği o an, benim için de onun için de artık geri dönmemecesine kayboldu. Ben Tihon değilim, onu anlardım. Peki niçin odaya girmedim? Öldüğü gün söylediklerini belki o anda söyleyecekti bana. Tihon’la konuşurken iki kere beni sormuştu. Bense kapının ardında duruyor, içeri girmiyordum. Kendisini anlamayan Tihon’la konuşması büyük bir tatsızlıktı onun için. Öldüğünü unuttuğu Lise’den sağmış gibi söz ediyordu. Tihon gerçeği hatırlatınca “Aptal!” diye haykırdı. Karyolaya yatmasını ve “Tanrı’m!” diye inlemesini şimdi olmuş gibi hatırlıyorum. Niçin girmedim içeri? Ne yapardı bana? Kaybedeceğim ne vardı? Belki yatışıp o sözleri söyleyiverirdi bana. Prenses Mariya, babasının öldüğü gün kendisine söylediği bir sözü yüksek sesle tekrarladı: “Canım!” Sonra içini rahatlatan gözyaşları döküldü gözlerinden.

      Karşısında onun yüzünü görüyordu şimdi. Küçüklüğünden beri uzaktan gördüğü yüzü değildi bu; son gün, söylediklerini iyice işitmek için ağzına doğru eğilerek bütün buruşukları ve ayrıntılarıyla ilk defa çok yakından gördüğü o çekingen ve güçsüz yüzü…

      “Canım!” diye tekrarladı.

      Bu sözü söylediği zaman ne düşünüyordu ve acaba şimdi ne düşünüyor? diye geçirdi zihninden. Buna verilmiş bir cevap gibi tabutta beyaz mendille bağlı yüzündeki ifadeyle gördü onu. Ona dokunduğu ve dokunduğu şeyin o değil, esrarlı ve dehşet verici bir şey olduğunu hissettiği anki korku ve tedirginlik yeniden benliğini kapladı. Başka bir şey düşünmek, dua etmek istedi ama yapamadı. Onun ölü yüzünü

Скачать книгу