Скачать книгу

için duvara yaslandı. Ruhu; bütün bu dehşetli, şeytanca düşünceler ve aldanmalarla doluyken babasını görmek ve onunla konuşmak, Prenses Mariya için hem sevindirici hem de korkunç bir şeydi.

      “Haydi, gidelim…” dedi doktor.

      Prenses, babasının yanına girip karyolaya yaklaştı. Hasta sırtüstü yatırılmıştı, başı yüksekteydi; kemikli, mor, şişkin ve damarlı küçücük elleri yorganın üzerindeydi, sol gözü ileri bakıyordu, sağ gözü de yana kaymıştı; kaşlarında ve dudaklarında hiçbir hareket yoktu. İyice erimiş, küçülmüş, acınacak hâle gelmişti. Yüzü sanki büzülmüş, hatları incelmişti. Prenses Mariya daha da yaklaşıp babasının elini öptü. Sol eliyle, Prenses Mariya’nın elini sıktı; kızını çoktandır beklediği belli oluyordu. Biraz sonra elini sarsmaya başladı, kaşları ve dudakları öfkeyle kıpırdanır gibi oldu.

      Prenses Mariya kendisinden ne istediğini anlamaya çalışıyor, korkuyla ona bakıyordu. Kımıldayarak sol gözü karşısındakini görecek duruma gelince Prens yatıştı. Bakışlarını birkaç saniye kızından ayırmadı. Sonra dudakları ve dili kımıldamaya başladı, sesler duyuldu, söylediklerini anlamayacak diye kızına korkuyla ve yalvarırcasına bakarak konuşmaya çalıştı.

      Prenses Mariya tüm dikkatiyle bakıyordu ona. Dilini oynatmak için babasının harcadığı gülünç çaba, Prenses’in gözlerini yere indirmesine yol açtı; hıçkırıklarını tutmak için bütün gücünü seferber etti. Hasta, söylediklerini tekrarlayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı. Prenses Mariya söyleneni anlayamıyor, bir anlam vermeye çalışıyor ve babasının sözlerini sorgu olarak tekrarlıyordu.

      “Ru… ac… yor…” dedi hasta birkaç kere.

      Sözleri anlamak imkânsızdı. Doktor anladığını sanarak “Prenses korkuyor mu?” dedi.

      Hasta başıyla “hayır” der gibi bir işaret yaptı ve söylediklerini tekrarladı. Prenses Mariya ansızın kavradı:

      “Ruhum acı çekiyor…” dedi.

      Babası “evet” der gibi bir inilti çıkardı, kızının elini yakalayıp sanki onun gerçek yerini arıyormuş gibi göğsünün şurasında burasında dolaştırdı.

      Sözlerinin anlaşıldığını gören hasta daha açık bir şekilde konuşmaya başlamıştı:

      “Bütün düşüncem… Sensin… Sen… Sen…” dedi.

      Hıçkırdığını ve ağladığını görmesin diye başını onun eline dayadı Prenses Mariya. Hasta, elini kızının saçlarında gezdiriyordu.

      “Bütün gece sana seslendim…” dedi.

      Prenses, gözyaşları arasından “Bilseydim…” dedi. “İçeri girmeye korkuyordum…”

      Kızının elini sıktı.

      “Uyumadın mı?”

      Prenses başıyla “hayır” işareti yaptı.

      “Hayır, uyumadım.”

      Babasına uyarak elinde olmadan onun gibi konuşuyordu, işaretler yapıyor, sanki dilini zorla kımıldatıyor gibiydi.

      Prens, “Canım!” ya da “Yavrum!” gibi bir şeyler söyledi.

      Prenses Mariya söyleneni iyice anlayamadı. Ama babasının bakışlarından, bu sözlerin hiçbir zaman söylemediği tatlı ve yumuşak sözler olduğu belliydi.

      “Niçin uyumadın?..”

      Ben de onun ölümünü istiyordum… diye geçirdi içinden Prenses Mariya.

      İhtiyar Prens, bir süre konuşmadı. Sonra yeniden başladı:

      “Teşekkür ederim… Kızım benim… Yavrum… Bağışla beni… Teşekkür ederim…” dedi gözlerinden yaşlar akarak.

      “Andryuşka’yı çağır…” diye ekledi birden.

      Bunu söylerken çocuksu bir ürkeklik ve güvensizlik belirdi yüzünde. İsteğinin anlamsız olduğunu kendisi de biliyordu ya da Prenses Mariya’ya öyle gelmişti.

      “Ondan mektup aldım…” diye cevap verdi Prenses.

      Babası korkuyla bakıyordu.

      “Nerede o?”

      “Orduda, Smolensk’te.”

      Gözlerini kapayıp uzun süre konuşmadı. Sonra, kendi şüphelerine bir cevapmış ve şimdi her şeyi hatırlayıp anlamış gibi başını salladı ve gözlerini açtı.

      Alçak ama anlaşılabilir bir sesle “Evet, Rusya mahvoldu!” dedi. “Mahvettiler onu!”

      Yeniden hıçkırmaya başladı ve ağladı. Prenses Mariya da kendini artık tutamamış, ona bakarak ağlamaya başlamıştı.

      Hasta yeniden gözlerini kapadı. Ağlamıyordu artık. Eliyle gözlerini işaret etti. Tihon, istediğini anlayarak gözyaşlarını sildi.

      Bir süre sonra gözlerini yeniden açtı. Kimsenin anlayamadığı bir şeyler söyleyip durdu. Prenses, söylediklerini biraz önceki ruhi durumu açısından yorumlayarak anlamaya çalışıyor; babasının Rusya’dan, Prens Andrey’den, kendisinden, torunundan ya da ölümünden söz ettiğini sanıyordu. Bundan ötürü bir şey anlayamıyordu.

      Hasta, “Beyaz elbiseni giy, hoşuma gider o…” dedi.

      Prenses Mariya bunu anlayınca katılır gibi ağlamaya başladı. Koluna giren doktor; sakinleşmesi, hazırlıklarla uğraşması gerektiğini söyledi ve odadan taraçaya çıkmasına yardım etti. Prenses Mariya çıktıktan sonra hasta yeniden oğlundan, savaştan söz etmeye, öfkelenip kaşlarını oynatmaya, sesini yükseltmeye çalıştı. İkinci ve sonuncu kriz gelmişti.

      Prenses Mariya taraçada durdu. Hava açık, güneşli ve sıcaktı. Babasına karşı duyduğu ve sanki o ana kadar farkında olmadığı tutkulu ve ateşli sevgiden başka hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Bahçeye çıktı ve hıçkırıklara boğularak Prens Andrey’in dikmiş olduğu ıhlamur fidanları arasından göle doğru koştu.

      Bahçeyi hızla geçip hıçkırıklarla kabaran göğsünü eliyle bastırırken “Evet… Ben… Ben… Onun ölümünü istedim. Hemen ölmesini istedim… Rahat etmek istiyordum… Peki ne olacaktım ben? O olmadıktan sonra rahatlık nedir ki?” diye mırıldanıyordu.

      Yeniden eve dönmek üzere bahçedeki dolaşmasını bitirdiğinde karşıdan Matmazel Bourienne (Boguçorovo’da kalmış, ayrılmak istememişti.) ile tanımadığı bir erkeğin kendisine doğru geldiklerini gördü. Tanımadığı kimse, hemen yola çıkması gerektiğini Prenses Mariya’ya bildirmeye gelen bölge soyluları temsilcisiydi. Prenses onun söylediklerini dinledi ama anlamadı. Kendisini eve götürüp kahvaltı etmesini rica etti ve bir süre yanında kaldı. Daha sonra özür dileyip İhtiyar Prens’in odasının kapısına yaklaştı. Endişeli bir yüzle dışarı çıkan doktor, içeri giremeyeceğini söyledi:

      “Gidiniz Prenses, gidiniz, gidiniz!” dedi.

      Yeniden bahçeye çıkan Prenses, gölün kıyısındaki sırtta, kimsenin göremeyeceği bir yerde otların üzerinde oturdu. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu. Koşan bir kadının ayak sesleriyle kendine geldi. Kendisini aradığı belli olan oda hizmetçisi Dunyaşa, onu görünce korkmuş gibi durakladı. Sonra titreyen bir sesle mırıldandı:

      “Lütfen geliniz Prenses, geliniz…”

      “Geliyorum, geliyorum…” dedi Prenses, onun sözünü kesip eve doğru koşarken.

      Giriş kapısında karşısına çıkan soylular temsilcisi “Tanrı’nın istediği oldu Prenses…” dedi. “Her şeye

Скачать книгу