Скачать книгу

demek bu? Hesabını vereceksiniz!”

      Haykıran, birinci ordu piyade kuvvetleri sol kanat kurmay başkanı yardımcılığına getirilmiş olan Berg’di ve bu görevin çok elverişli, çok istenen bir görev olduğunu söyleyip duruyordu.

      Prens Andrey cevap vermeden ona baktı ve Alpatiç’e emirlerini açıklamaya devam etti.

      “Ayın onuna kadar haber beklediğimi söyle. O tarihte hepsinin gittiği konusunda haber alamazsam burada her şeyi yüzüstü bırakıp Lisi Gori’ye gelmek zorunda kalacağım.”

      Berg, Prens’i tanıyarak “Prens, yalnızca emirleri yerine getirmek zorunda olduğum için böyle konuşuyorum. Emirleri eksiksiz yerine getiririm. Beni bağışlayın lütfen!” diye özür dilemeye başlamıştı.

      Alevlerin orta yerinde bir çatırtı duyulmuştu. Ateş bir an söner gibi oldu ve damdan kalın duman sütunları yükseldi. Ardından daha şiddetli bir çatırtı duyuldu ve ağır bir kütle yere çöktü.

      İçinden yanmış çörek kokusu gelen ambarın çöküşüyle birlikte halk “Hurra!” diye bağırdı.

      Parlayan bir alev yangının çevresindeki insanların heyecanlı, neşeli ve yorgun yüzlerini aydınlattı.

      Yün kaputlu adam, elini havaya kaldırıp haykırdı:

      “Yaşasın! Ne güzel yanıyor be! Ne güzel değil mi çocuklar?..”

      “Bu, mal sahibinin kendisi!” diyen sesler duyuldu.

      Prens Andrey, “Anladın değil mi? Dediklerimi aynen tekrarlarsın…” dedi.

      Ve yanında suspus duran Berg’e tek kelime söylemeden atını mahmuzlayıp uzaklaştı.

      V

      Birlikler, Smolensk’ten çekiliyordu. Düşman da peşlerindeydi. Prens Andrey’in komuta ettiği alay, 10 Ağustos’ta, Lisi Gori’ye giden caddeyi kesen büyük yolda ilerliyordu. Sıcak ve kuraklık üç haftadır sürüp gitmişti. Gün boyunca beyaz bulutlar güneşi kapatarak geçip gidiyorlardı ama akşama doğru hiçbiri görünmez oluyordu. Esmerimtrak ve kırmızı bir buğunun arasına giriyordu güneş. Gecenin bol çiği biraz serinlik veriyordu yalnızca. Biçilmeden bırakılmış ekinler kurumuş, taneler dökülmüştü. Bataklıklar da kurumuştu. Kavrulmuş çayırlarda yiyecek bir şey bulamayan hayvanlar açlıktan böğürüyorlardı. Yalnızca ormanlarda ve geceleyin, çiğ devam ettiği sürece biraz serinlik oluyordu. Ama birliklerin izlediği büyük yolda geceleyin ormanlardan geçilse de serinlik diye bir şey yoktu. Yarım ayak kalınlığındaki kumlu tozda, çiğ taneleri kaybolup gidiyordu. Ortalık ağarırken yola çıkılıyor; ağırlık kolları ve topçu birlikleri dingillere kadar, piyadeler baldırlarına kadar bu yumuşak, boğucu ve geceleri bile soğumayan kumlu tozlarda sessizce ilerliyorlardı. Kumlu tozların bir bölümü ayaklar ve tekerlekler altında daha da ufalanıyor, bir bölümü de havaya yükselip askerlerin üzerinde bir bulut oluşturuyor; gözlere, saçlara, kulaklara, burun deliklerine ve özellikle yolda ilerleyen insanların ve hayvanların ciğerlerine doluyordu. Güneşle birlikte toz bulutu da yükseliyordu. Önü bulutlarla kaplı olmayan güneşe, bu ince ve kızgın toz bulutu arasından çıplak gözle bakılabilirdi. Kocaman, kıpkırmızı bir yuvarlak gibi görünüyordu güneş. Rüzgâr yoktu, durgun hava insanları boğuyordu. Burunlarına, ağızlarına mendiller sarmışlardı. Bir köye varınca hemen kuyulara saldırıyor, su için boğuşuyorlar ve geride çamur kalana kadar içiyorlardı suları.

      Prens Andrey, bir alaya komuta ediyordu. Alayın yönetimi, askerlerin rahat ettirilmesi, emir alıp verme bütün zamanını dolduruyordu. Smolensk yangını ve kentin terk edilmesi, Prens’in hayatında yepyeni bir dönem başlatmıştı. Düşmana duyduğu yeni kin, kendi derdini unutturmuştu ona. Bütün varlığıyla, alayının işleriyle uğraşıyordu. Askerlere ve subaylara ilgi gösteriyor, onları hoş tutuyordu. Alaydakiler, “Bizim Prens” dedikleri Andrey’le övünürler ve onu severlerdi. Andrey, Timohin ve benzerleri gibi yeni ve yabancı bir çevreden gelmiş olan ve kendisinin geçmişini bilmesi imkânsız olan kimselere karşı iyi ve sabırlı davranırdı. Eskiden tanıdığı kimselerden biriyle karşılaştığında tüyleri diken diken oluyor; sert, alaycı, hor gören bir kimse hâline geliyordu. Geçmişin anılarına ilişkin her şey tiksindiriyordu onu ve o yüzden o bir zamanların dünyasına karşı haksız bir duruma düşmemeye, vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu.

      Gerçekten de 6 Ağustos’tan, yani Smolensk’in terk edilmesinden -oysa ona göre bu kent savunulabilirdi ve savunulmalıydı- ve özellikle hasta babasının Moskova’ya kaçmak ve çok sevdiği, kendisinin kurup yaşanır hâle getirdiği Lisi Gori’yi talancılara bırakmak zorunda kalışından beri her şey kapkara görünüyordu Prens Andrey’e. Ama alayı, bu tür genel düşüncelerden kurtulmasını sağlıyordu. 10 Ağustos günü, alayının bulunduğu kol, Lisi Gori hizasına ulaşmıştı. Babasının, oğlunun ve kız kardeşinin Moskova’ya gittiklerini bildiren mektubu iki gün önce almıştı Prens Andrey. Lisi Gori’de yapacağı bir şey yoktu ama kendisine özgü dert tazeleme arzusuyla oraya gitmesi gerektiğine karar verdi.

      Atını eyerlenmesini emretti ve konak yerinden, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği babasının malikânesine doğru yola çıktı. Bir sürü kadının çene çalarak çamaşır tokaçladıkları gölün kıyısında kimsenin bulunmadığını ve yarı yarıya batmış salın, gölün ortasında ağır ağır yüzdüğünü gördü. Bekçi kulübesine yaklaştı. Açık olan taş avlu kapısında kimse yoktu. Bahçenin yollarında otlar büyümüştü bile; danalar, atlar İngiliz bahçesinde başıboş dolaşıyorlardı. Prens Andrey kış bahçesine yaklaştı: Camlar kırılmış, kasalardaki fidanların kimi kurumuş kimi de devrilmişti. Bahçıvan Taras’a seslendi ama cevap veren olmadı. Taraçanın üstünden kış bahçesine dolandı, oymalı parmaklığın tamamen yıkılmış olduğunu ve eriklerin dallarıyla koparılarak yolunduğunu gördü. Yaşlı bir mujik -Prens Andrey, çocukluğunda kapıda görürdü onu- yeşil bir sıraya oturmuş, ağaç lifinden çarık örüyordu.

      Sağır olduğu için Prens Andrey’in geldiğini duymamıştı. Yaşlı mujik, Prens’in oturmayı sevdiği sırada oturuyordu. Yanında, kırık ve kurumuş bir manolyanın dallarına lif çilesi asılıydı.

      Prens Andrey eve yöneldi; eski bahçedeki birkaç ıhlamurun kesilmiş olduğunu, bir alaca atın yavrusuyla güller arasında dolaştığını gördü. Evin panjurları çivilenmişti. Yalnızca aşağıda bir pencere açıktı. Hizmetkârlardan birinin çocuğu, Prens Andrey’i görerek içeri kaçtı.

      Ailesini göndermiş olan Alpatiç, yalnız başına Lisi Gori’de kalmıştı. Evinde oturmuş Ermişlerin Hayatı’nı okuyordu. Prens Andrey’in geldiğini öğrenince gözlükleri burnunun üstünde, düğmelerini ilikleyerek evden çıktı; hızla Prens’e yaklaştı ve hiçbir şey söylemeden dizlerine sarılarak ağlamaya başladı.

      Sonra böyle bir çocuk gibi davranmasına kızıp kendini toparlayarak olup bitenleri anlatmaya başladı. Değerli ne varsa Boguçorovo’ya gönderilmişti. İki yüz elli kental kadar tutan buğday da oraya ulaştırılmıştı. Alpatiç’in dediğine göre bu yıl olağanüstü olan ot ve ekin yeşilken askerler tarafından biçilmişti. Mujikler çok kötü durumda kalmıştı. Bir kısmı Boguçorovo’ya gitmiş, geriye az bir kimse kalmıştı.

      Alpatiç sözünü bitirmeden Prens Andrey sordu:

      “Babam ve kız kardeşim ne zaman gittiler?”

      “Moskova’ya ne zaman gittiler?” demek istiyordu Prens. Ama Alpatiç Boguçorovo’ya ne zaman gittiklerinin sorulduğunu sanarak ayın yedisinde ayrıldıklarını bildirdi ve yeniden evdeki işlerden söz ederek emir bekledi.

      “Makbuz karşılığı orduya yulaf vermemi emir buyurur musunuz? Bizde hâlâ bir yüz kental

Скачать книгу