Скачать книгу

da kuvvetliymiş ha!” dedi biri. “Damı da tavanı da tuzla buz etti.”

      “Toprağı da domuz gibi eşeledi…” dedi bir başkası. “İnsanı yüreklendirir bu doğrusu…” diye de ekledi gülerek.

      “İyi ki yana fırladın, yoksa dümdüz edecekti seni!”

      Ötekiler de bu adamların yanına gittiler. Adamlar bir güllenin, hemen yanı başlarındaki eve nasıl düştüğünü anlatıyorlardı. Bu sırada; başka mermiler, hızlı ve hazin ıslıklarla gülleler, tatlı bir vızıltıyla humbaralar, halkın tepesinde uçuşup durmaktaydı. Ama mermilerin hiçbiri yakına düşmüyor, geçip gidiyordu. Alpatiç, kibitkasına bindi. Ev sahibi kapıdaydı. Anlatılanları merak ettiği için çıplak dirseklerini oynata oynata kırmızı etekliğiyle köşebaşına yönelen aşçı kadına bağırdı:

      “Ağzı açık ayran budalası gibi ne yapıyorsun orada?”

      “Ay, ne tuhaf şey!” diye mırıldandı aşçı kadın.

      Ama ev sahibinin sesini duyunca kıvırdığı etekliğini düzelterek geri döndü.

      Bir ıslık daha duyuldu. Ama bu seferki çok yakındı. Bir gülle yukarıdan aşağı kuş gibi süzüldü, sokağın ortasında parladı, bir patlama sesi duyuldu ve etrafı duman kapladı.

      Ev sahibi, aşçı kadına doğru koşup haykırdı:

      “Rezil! Ne yapıyorsun orada?”

      O anda çığlıklar kapladı ortalığı, bir çocuk korkuyla ağlamaya başladı; kalabalık, sapsarı yüzleriyle aşçı kadının çevresinde toplanmıştı.

      Aşçı kadının iniltileri ve haykırışları bütün gürültüleri bastırıyordu:

      “Ah kardeşlerim, canım kardeşlerim, ölüme bırakmayın beni! N’olur, canım kardeşlerim!”

      Biraz sonra, sokakta kimse kalmamıştı. Şarapnel parçasıyla kalça kemiği kırılan aşçı kadını mutfağa taşıdılar. Alpatiç, arabacısı, Ferapontof’un karısı, çocukları ve kapıcı; bodrumda oturmuş, çevreyi dinliyorlardı. Topların uğultuları, mermilerin ıslık sesleri ve aşçı kadının hepsini bastıran iniltileri bitmek bilmiyordu. Hancının karısı, bir yandan çocuğunu sallayarak avutuyor; öte yandan bodruma giren herkese, sokakta kalan kocasının nerede olduğunu acıma hissi uyandıran bir şekilde fısıldayarak soruyordu. Bodruma gelen dükkâncı, kocasının kalabalıkla birlikte mucizeli Smolenski ikonasının kaldırıldığı katedrale gittiğini söyledi ona.

      Ortalığın kararmasıyla birlikte top sesleri de kesildi. Alpatiç kapıya çıktı ve eşikte durdu. Saydam gökyüzü dumanlarla kararmıştı. Yükseklerdeki yeni ay hilali, dumanların arasında garip bir şekilde parlıyordu. Top uğultularından sonra her yandan işitilen ayak sesleri, iniltiler, uzaklardan duyulan çığlıklar ve yangın çatırtılarının bozduğu bir sessizlik yayılmıştı kentin üzerine. Aşçı kadın inlemiyordu artık. Şurada burada, duman sütunları göğe yükseliyor ve dağılıyordu. Sırtlarında çeşitli üniformalar bulunan askerler, düzenli bir şekilde değil; bozulan bir yuvadan çıkan karıncalar gibi sağa sola gidiyor, koşuşup duruyorlardı. Bunlardan birkaçının Ferapontof’un avlusuna kaçtığını gördü Alpatiç ve dışarı çıktı. Bir alay itişerek geri geri gidiyor, yolu tıkıyordu.

      Alpatiç’i fark eden bir subay “Kent teslim ediliyor, kaçın buradan, kaçın!” dedi.

      Ve askerlere dönerek haykırdı:

      “Evlere kaçmak neymiş, gösteririm ben size!”

      Eve dönen Alpatiç, yola çıkması için arabacıya seslendi. Alpatiç’in ve arabacının ardından, evdekilerin hepsi sokağa döküldü. Dumanları ve alaca karanlıkla birlikte iyice fark edilmeye başlanan yangın alevlerini gören kadınlar, birden haykırıp bağırmaya başladılar. Sokağın öteki ucundan, onların yankısı gibi başka haykırışlar duyuldu. Alpatiç, çatı saçağı altında birbirine karışmış dizginleri ve koşumları düzeltmek için titreyen ellerle arabacıya yardım ediyordu.

      Kapıdan dışarı çıkarken Ferapontof’un açık dükkânında, on kadar askerin, yüksek sesle konuşarak torbalarını ve çantalarını buğday unu ve ayçiçeğiyle tıka basa doldurduklarını gördü. Sokaktan dönen Ferapontof da o sırada dükkâna girdi. Askerlere bağırmak istedi önce ama birden olduğu yerde kaldı ve parmaklarını saçlarına geçirerek hıçkırıklarla ve yüksek sesle gülmeye başladı.

      “Alın çocuklar, hepsini götürün. Şu iblislere hiçbir şey bırakmayın!” diye haykırdı ve çuvalları yakalayıp sokağa fırlatmaya başladı.

      Askerlerin bazıları korkup kaçtılar ama bazıları torbalarını ve çantalarını doldurmaya devam ettiler. Ferapontof, Alpatiç’i görmüştü.

      “Rusya bitti artık!” diye bağırdı. “Alpatiç, bitti artık! Hepsini kendi elimle yakacağım, bitti artık!”

      Ardından koşarak eve girdi.

      Yığınlarca asker, sokağa üşüşmüştü. Geçemeyen Alpatiç beklemek zorunda kaldı. Ferapontof’un karısı da yanında çocukları, bir araba içinde hemen oradan uzaklaşmak için fırsat kolluyordu.

      Vakit hayli ilerlemişti. Gök yıldızlıydı ve hilal, dumanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Askerler ve öteki arabaların yanı sıra ilerlemeye çalışan Alpatiç’in ve Ferapontof’un karısının arabaları Dinyeper’in inişinde durmak zorunda kaldılar. Durdukları dört yol ağzının biraz ilerisinde yanan bir ev ve bazı dükkânlar görünüyordu. Yangın neredeyse sönecekti. Ama alevler kimi zaman azalıyor, kara dumanlar arasında görünmez oluyor kimi zaman da birden parlayarak dört yol ağzında birikmiş olan insanların yüzlerini şaşılacak ölçüde aydınlatıyordu. Yangının önünden kapkara insan silüetleri geçiyor, ateş çıtırtıları arasında koşuşmalar ve çığlıklar işitiliyordu. Alpatiç yere indi ve arabasının kolayca ilerlemeyeceğini görünce yangını seyretmek üzere sokağa girdi. Askerler, yangının çevresinde gidip geliyorlardı. İki askerle yün kumaştan kaput giymiş bir adamın yanan mertekleri yandaki bir avluya sürüklediklerini, başkalarının da kucak kucak kuru ot taşıdıklarını gördü.

      Çevresini alev sarmış bir ambarın karşısında duran kalabalığa yaklaştı. Alev duvarları sarmış, arka duvar yıkılmıştı; ince tahtalardan yapılmış çatı, neredeyse çökecekti. Kalabalığın, çatının çökeceği anı beklediği belliydi. Alpatiç de aynı şeyi bekliyordu. Tanıdık bir ses duydu birden:

      “Alpatiç!”

      Genç Prens’in sesini tanımıştı Alpatiç.

      “Aman Tanrı’m! Ekselans, siz!..”

      Sırtında peleriniyle, yağız bir at üzerinde kalabalığın arasında duruyordu Prens Andrey ve Alpatiç’e bakıyordu.

      “Ne işin var burada?” diye sordu.

      “Ekselans, Ekselans!” diyen Alpatiç hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

      Kekeleyerek devam etti:

      “Eksel… Eksel… Yoksa işimiz bitti mi?”

      “Ne işin var burada?” diye tekrarladı Prens Andrey.

      Parlayan alevde, genç efendisinin bitkin ve sararmış yüzünü görüvermişti Alpatiç. Niçin gönderildiğini ve yolda nasıl güçlük çektiğini efendisine açıkladı.

      “Ekselans, işimiz bitti mi yoksa?” diye yeniden sordu Alpatiç.

      Cevap vermeyen Prens Andrey not defterini çıkardı, dizine dayayarak kurşun kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kız kardeşine yazıyordu:

      Smolensk

Скачать книгу