Скачать книгу

açık bir köylü ve hizmetkâr kalabalığı çimlerin üzerinde ilerleyerek Prens Andrey’e yaklaşıyordu.

      Prens, Alpatiç’e doğru eğilerek “Eh öyleyse görüşmek üzere…” dedi. “Sen de git, ne götürebilirsen yanına al götür! Köylülere de Ryazan’daki ya da Moskova yakınındaki malikâneye gitmelerini söyle.”

      Alpatiç, Prens’in bacaklarına sarılıp ağlamaya başladı. Prens, yumuşak bir hareketle onu kendisinden ayırdı ve atını sürerek ağaçlı yoldan dörtnala indi.

      İhtiyar mujik, taraçada, sevilen bir ölünün yüzündeki sinek gibi kayıtsızca olduğu yerde duruyor; çarığın kalıbına vuruyordu. İki kız çocuğu, etekleri kopardıkları eriklerle dolu koşarak geliyorlardı. Ansızın Prens Andrey’le karşılaştılar; büyüğü, Prens’i görünce küçüğün elini korkuyla kavradı; etrafa saçılan erikleri toplamaya zaman bulamadan bir kayın ağacının arkasına saklandılar.

      Prens Andrey, kendilerini fark ettiğini anlayıp korkuya kapılmasınlar diye başını hemen çevirdi. Bu güzel ve korku içindeki küçük kız çocuğuna bakmaya çekiniyordu ama bakmak için güçlü bir istek de duyuyordu içinde. Çocukları görünce yepyeni, rahatlatıcı, yatıştırıcı bir duygu kaplamıştı benliğini; kendisininkilerden kökten farklı ama o ölçüde haklı başka ilgi ve isteklerin de var olduğunu kavramıştı. Bu küçük kızlar, tutkuyla tek bir şey istiyorlardı: Yeşil erikleri götürüp kimse görmeden yemek. Ve Prens Andrey, onların bu girişiminin başarıya ulaşmasını içtenlikle diliyordu. Onlara şöyle bir bakmaktan alamadı kendini. Çocuklar, güven içinde olduklarını sanarak pusularından çıktılar; incecik sesleriyle yaygaralar kopararak eteklerinin uçlarını kaldırıp çayırın üzerinde küçük ve esmer bacaklarıyla neşe ve canlılık içinde koşturdular.

      Prens Andrey, birliklerin izlediği büyük yoldaki tozlu bölgeden kurtulunca biraz ferahlamıştı. Ama Lisi Gori’ye yakın bir yerden büyük yola yeniden çıkan ve küçük bir göl bendi yakınında mola vermiş olan alayına yetişti. Öğleüstü saat ikiydi ve güneş, tozlar içinde kırmızı bir topu andıran ceketinin içinde sırtını dayanılmaz bir acıyla yakıp kavuruyordu. Toz, dinlenen birliklerin üzerinde hiç kımıldamadan asılıp kalmış gibiydi. Esinti yoktu, su bendi boyunca ilerlerken çamur kokusunu ve gölün çevreye yaydığı serinliği duyuyordu Prens Andrey. Çok pis de olsa suya girmeye can atıyordu. Haykırmalar ve kahkahaların duyulduğu göle baktı. Bu küçük, bulanık ve sazlı su birikintisi; yarıdan fazla yükselmiş ve bendi doldurmuş gibiydi. Elleri, yüzleri ve boyunları kiremit kırmızısı askerlerin beyaz ve çıplak gövdeleri, küçük gölün her yanını doldurmuştu. Bütün bu çıplak ve beyaz vücutları, çamurlu gölün içinde yakalanmış balıklar gibi çırpınıp duruyorlardı. Bu suya batıp çıkmalarda neşeli bir yan vardı ve bu da insanın içini hüzünle dolduruyordu.

      Baldırı kayışlı sarışın ve genç bir asker -Prens Andrey onu üçüncü bölükten tanırdı- hız alıp dalmak için haç çıkararak geri geri çekiliyordu. Saçları dağınık ve yağız bir astsubay, beline kadar suya girmişti ve kaslı gövdesini hareket ettiriyor, bileklerine kadar kapkara elleriyle başını ıslatarak neşeli neşeli soluyordu. Şamar sesleri, çığlıklar, bağırmalar her yanı kaplamıştı.

      Kıyılarda, bentte, küçük gölde, her yerde, kaslı ve sağlıklı insan gövdeleri görülüyordu. Küçük kırmızı burunlu Subay Timohin; elinde bir havlu, bendin üzerinde kurulanıyordu. Prens’i görünce tedirgin oldu ama bir şeyler söylemekten de geri kalmayarak “Çok iyi geliyor insana Ekselans…” dedi. “Siz de bir deneseniz!”

      “Çok pis su!” dedi Prens Andrey yüzünü buruşturarak.

      “Derhâl temizleriz efendim.”

      Timohin, daha giyinmeden gerekeni hemen yapmak için koştu.

      “Prens suya girmek istiyor!” diye bağırdı.

      “Hangi Prens? Bizimki mi?” diyen sesler yükseldi.

      Askerler hemen toparlanmaya çalıştılar. Prens, onları yatıştırana kadar zorluk çekti. Salaçta su dökünmenin daha iyi olacağına karar vermişti.

      Ten, gövde, chair â canon… 62 diye düşündü çıplak gövdesine bakarak ve soğuktan çok, pis suya dalıp çıkan insan vücutları karşısında içini kaplamış olan ve ne olduğunu pek kavrayamadığı tiksintinin ve dehşetin etkisiyle titredi.

      Prens Bagration, Smolensk yolu üzerindeki Mihailovka karargâhından 7 Ağustos’ta şu mektubu yazdı:

      Sayın Kont Aleksey Alekseyeviç,

      (Arakçeyef’e yazdığı bu mektubu İmparator’un da okuyacağını bildiği için sözcükleri, elinden geldiği kadar titizlikle seçiyordu.)

      Smolensk’in düşmana bırakılması konusundaki raporunu, nazırın daha önce sunduğunu sanıyorum. En önemli bir yerin düşmana boşu boşuna terk edilmesi çok ağır, çok üzücü bir şeydir ve orduyu umutsuzluğa sürüklemiştir. Ben, bu konuda nazıra kesinlikle ısrar ettim ve yazdım da. Ama hiçbir şey yola getirmedi onu. Napolyon’un şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı zor bir duruma düşmüş olduğuna şerefim üzerine yemin ederim. Ordusunun yarısını kaybederdi de yine Smolensk’i alamazdı. Askerimiz, her zamankinden daha yiğitçe dövüştü ve dövüşüyor. Ben, bin beş yüz kişiyle düşmanı otuz beş saatten fazla duraklattım ve sonunda yendim. Ama nazır, on dört saat bile dayanmak istemedi. Bu ayıptır ve ordumuza sürülmüş bir lekedir. Ona gelince; yaşamaya layık bir kimse bile değildir bence. Kaybın büyük olduğunu söylerse yalandır bu ancak dört bin kişi kaybettik, hatta o kadar bile değil. On bin olsaydı, ne olurdu; savaş bu! Ama bu durumda düşman, çok büyük kayıplara uğrayacaktı.

      İki gün daha dayansaydık ne olurdu? En azından düşman kendisi gidecekti çünkü ne askerlere ne de atlara içirecek suları vardı. Çekilmeyeceği konusunda bana söz verdi ama geceleyin çekildiğini bildirdi ansızın. Böyle savaşılamaz ve böyle olursa sonunda düşmanı Moskova’ya getiririz…

      Barış yapmayı düşündüğünüz söyleniyor. Tanrı, bundan korusun bizi! Bütün fedakârlıklardan ve saçma sapan çekilmelerden sonra barış mı yapmak? Bütün Rusya’yı karşınıza alırsınız ve her birimiz sırtımızdaki üniformadan utanırız. Bu durumda bulunduğumuza göre, Rusya direndikçe ve insanlarımız ayakta durdukça savaşmak gerekir.

      İki kişinin değil bir kişinin komuta etmesi zorunludur. Nazırınız, belki nazır olarak iyidir ama general olarak kötü değil; tiksindiricidir ve yurdumuzun alın yazısı ona teslim edilmiş bulunmaktadır… Neredeyse çıldıracağım, böyle yazdığım için küstahlığımı bağışlayın. Barış yapmayı ve nazırı ordunun başında bırakmayı salık veren kimsenin, hepimizin mahvolmasını istediği besbelli. Gerçeği yazıyorum size: Milis kuvvetlerini hazırlayın. Çünkü nazır, konuğunun önüne düşmüş ve ona, başkentin yolunu kibarca göstermiştir. Yaver Woltzogen, tüm orduda şüphe uyandırıyor. Bizim değil, Napolyon’un adamı olduğu söyleniyor ve her konuda nazıra akıl veriyor. Ona yalnızca kibarca davranmıyorum, rütbece yüksek olduğum hâlde bir onbaşı gibi boyun eğiyorum. Bu çok acı ama Velinimetim, İmparatorumu sevdiğim için böyle yapıyorum. Şanlı ordumuzu böyle adamlara teslim ettiği için İmparator’umuza üzülmekle yetiniyorum. Çekildiğimiz için yorgunluktan ve hastalıktan ötürü on beş bin kişi kaybettik, saldırıya geçseydik bu olmazdı. Tanrı aşkına söyleyin bana: Rusya’mız -anamız- bu kadar korktuğumuzu, böyle güzel ve yüce bir yurdu alçaklara teslim ettiğimizi, her yurttaşın yüreğinde nefret ve utanç duyguları uyandırdığımızı görünce ne der? Niçin ve kimden korkuyoruz? Nazır; kararsızın

Скачать книгу


<p>62</p>

Kurbanlık