Скачать книгу

de yüksek tabakanın en önde gelen isimlerinden biri.”

      “Tabii ki olabilir mösyö, ama benim umudum İngiltere’de sakin bir hayat sürmek. Tanrıdan tek isteğim var, o da bu güzel ülkede kaldığım süre boyunca Marguerite St. Just ile karşılaşmamak.”

      Deyimdeki ünlü öküz, bu kez masada oturan küçük neşeli topluluğun içine oturmuştu. Suzanne üzgün ve sessizdi, Sör Andrew ise sıkıntıdan elindeki çatalla oynuyordu, bu sırada aristokratlara özgü önyargı zırhını kuşanmış Kontes sırtını sandalyesine dayamış bir halde tüm ciddiyeti ve kararlılığıyla oturuyordu. Efendi Antony’ye gelince, o da son derece rahatsız olmuştu, kaygılı bir şekilde bir iki kere Jellyband’e doğru baktı, o da en az kendisi kadar rahatsız görünüyordu.

      Hiç dikkat çekmeden, “Sör Percy ve Leydi Blakeney ne zaman gelirler?” diye fısıldamayı başardı taverna sahibine.

      Jellyband de “Her an gelebilirler efendim,” diye fısıldadı.

      Onlar henüz konuşurken yaklaşan bir at arabasının sesi hafif hafif duyulmaya başladı. Ses gitgide daha da şiddetlendi, bir iki bağırış seçilebilir hale geldi, sonra at nallarının kesme taşlar üzerindeki takırtısı duyuldu, nihayetinde ise seyis tavernanın kapısını açıp büyük bir heyecanla içeriye daldı.

      “Sör Percy Blakeney ve Hanımefendi şimdi geldiler,” diye bağırdı avazı çıktığı kadar.

      Daha fazla bağırış, koşum takımının şıngırtısı, taş üzerindeki demir nallar ve dört güzide doru at tarafından çekilen muhteşem bir at arabası… Tüm bunlar, Balıkçı Misafirhanesi’nin verandasının önündeydi.

      Beşinci Bölüm

      Marguerite

      Hanın sıcak tavernası bir anda ümitsiz bir kafa karışıklığına ve rahatsızlığa boğuldu. Seyis çocuk tarafından yapılan duyuruyla birlikte Efendi Antony, kibar bir tavırla oturağından zıplayıp afallamış olan zavallı Jellyband’e bir dolu karışık tembihte bulundu. Jellyband’in eli ayağına dolaşmıştı ve ne yapacağını bilmiyordu.

      “Tanrı aşkına be adam,” diye tembihlemeye başladı Antony, “Leydi Blakeney ile konuşup onu birkaç dakikalığına dışarıda tut ki bu sırada hanımlar odalarına çekilebilsin. Tanrım!” Sonra güçlü bir lanet okudu. “Bu çok büyük şanssızlık.”

      “Çabuk Sally! Kandilleri getir!” diye bağırdı Jellyband, bir oraya bir buraya koştu, herkesin rahatını kaçırmıştı.

      Kontes de ayaklanmıştı, sert bir kararlılıkla heyecanını saklamaya ve soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu, tıpkı bir makine gibi tekrarladı:

      “Onu görmek istemiyorum! Onu görmek istemiyorum!”

      Dışarıdaysa çok önemli konukların gelişinden kaynaklanan heyecan gitgide artıyordu.

      “İyi günler Sör Percy! İyi günler hanımefendi! Hizmetinizdeyim Sör Percy!” sesleri, uzun ve devam eden bir şekilde tekrar tekrar duyuluyordu, daha cılız bir ses ise “Merhametli hanımefendi ve beyefendi, bu zavallı kör adama bir sadaka!” diyordu.

      O an bir ses, tuhaf tatlılığıyla, tüm gürültü patırtı arasında yankılandı.

      “Zavallı adamı rahatsız etmeyin, benim hesabımdan ona yemek verin.”

      Bu sesin derin ve ahenkli bir havası vardı, kulağa şarkı gibi geliyordu; ünsüz harflerin telaffuzuna ise hafif de olsa yabancı bir tonlama hâkimdi.

      Tavernadaki herkes bu sesi duydu ve ister istemez bir anlığına duraksayıp onu dinledi. Sally üst kattaki yatak odasına açılan kapının önünde elinde kandillerle duruyordu, Kontes ise bu denli tatlı bir ahenk barındıran sesin sahibi olan düşmanına yenilmişçesine büyük bir aceleyle odasına gitme derdindeydi. Suzanne istemeden de olsa annesini takip etmeye hazırlandığı sırada, bir zamanlar çok sevdiği okul arkadaşını görme umuduyla kapıya doğru hüzünle bakıyordu.

      Jellyband, aptalca ve körü körüne de olsa, hâlâ yaklaşan faciayı önleyebileceğini umarak kapıyı açtı. Aynı derin ve ahenkli ses, bu kez neşeli bir kahkaha ve alaycı bir tavırla:

      “Brrrrrr! Bir ringa balığı kadar ıslağım! Tanrım! Hiç bu kadar rezil bir iklim gördünüz mü?” dedi.

      “Suzanne, çabuk benimle gelmeni istiyorum,” dedi Kontes, tartışmaya mahal vermeyecek bir şekilde.

      “Ah! Anne!” dedi Suzanne.

      “Hanımım… şey… ıııı… hanımım!” diye kekeledi Jellyband, sakar bir tavırla yolu kapatmaya çalışıyordu.

      “Pardieu7,” dedi Leydi Blakeney sabırsızca, “güzel dostum, neden yolumu kapatıyor ve yaralı bir hindi gibi dans ediyorsun?

      İzin ver de ateşin yanına gideyim, soğuktan perişan oldum.”

      Leydi Blakeney, bunu der demez han sahibini yavaşça kenara itti ve tavernanın içine daldı.

      Marguerite St. Just’ün (o zamanlarda Leydi Blakeney) günümüze ulaşan birçok portresi ve çizimi var, gelgelelim bu çizimlerin herhangi birinin, onun fevkalade güzelliğini gerçekten yansıtabildiği şüpheli. Ortalamanın üstünde bir uzunluk, muhteşem bir duruş ve şahane bir güzelliğe sahip bu büyüleyici kadına sırt çevirmeden önce Kontes’in bile bir an durup elinde olmadan Leydi Blakeney’ye hayranlık duyması çok şaşılacak şey değildi.

      Marguerite Blakeney, o sıralarda hemen hemen yirmi beş yaşındaydı, güzelliğinin doruk noktasındaydı. Dalgalı tüyleriyle büyük şapkası, kestanerengi saçlarıyla çevrili, pudralanmamış, mükemmel yüzüne yumuşak bir gölge düşürüyordu. Neredeyse bir çocuğunkini andıran tatlı ağzının, düz burnunun, yuvarlak çenesinin ve narin boynunun güzelliği dönemin tabloları andıran kostümleriyle daha da belirginleşiyordu. Kraliçelere yaraşır mavi kadife elbisesi, endamının tüm narin çizgilerini ortaya çıkarıyordu. O sırada tüm ağırbaşlılığıyla, incecik elinin birinde bir dolu kurdeleyle bezenmiş uzun bir baston taşıyordu ki bu, dönemin şık hanımları arasında son zamanlarda moda olmuştu.

      Hızlıca odanın içindeki herkesi gözden geçirdi. Sör Andrew Ffoulkes’u başıyla nazikçe selamladı, Efendi Antony’ye ise elini uzattı.

      “Merhabalar Efendi Tony! Fakat nasıl olur, Dover’da ne arıyorsunuz?” diye sordu neşeyle.

      Sonra hiçbir cevap beklemeden Kontes’e ve Suzanne’e dönüp onlarla göz göze geldi. İki kolunu genç kıza doğru uzatırken yüzü daha da parlak bir hal aldı.

      “Aman! Bu benim küçük Suzanne’im değil mi! Tanrım, küçük yurttaşım, seni ve madamı İngiltere’ye hangi rüzgâr attı?”

      Her ikisine de büyük bir coşkuyla yaklaştı, gülümsemesinde ya da tavrında en ufak bir mahcubiyet yoktu. Efendi Antony ve Sör Andrew, bu manzarayı kaygılı gözlerle izlediler. Her ne kadar İngiliz de olsalar Fransa’da çokça bulunmuşlardı, bu yüzden Fransa’nın eski asillerinin çöküşlerine katkı sağlayan kişilere karşı duyduğu acı nefreti ve sarsılmaz kibri fark etmelerine yetecek kadar Fransızlarla haşır neşir olmuşlardı. Güzel Leydi Blakeney’nin erkek kardeşi Armand St. Just, her ne kadar uzlaştırıcı ve ılımlı görüşlere sahip olduğu bilinse de, ateşli bir cumhuriyet taraftarıydı. Asil aile St. Cyr ile olan ve dışarıdan kimsenin haklıyı ya da haksızı bilmediği ihtilafı, St. Cyr ailesinin çöküşü ve neredeyse tamamen katledilmesiyle sonuçlanmıştı. Fransa’da St. Just ve taraftarları galip gelmişti; burada, yani İngiltere’de ise ülkelerinden sürülmüş, hayatlarını kurtarmak için kaçmış, yüzyıllar boyunca onlara sunulan tüm lükslerden

Скачать книгу


<p>7</p>

Fr. Tanrım! (ç.n.)