Скачать книгу

tamamen vasıfsız olduğu herkesçe biliniyordu. Başlıca vasıfları, Margurite’e duyduğu sınırsız hayranlığı, aşırı zenginliği ve İngiliz meclisinde çok gözde olmasıydı. Gelgelelim Londra camiası, entelektüel sınırlar göz önüne alındığında, Sör Percy’nin bu maddi avantajları daha az muhteşem ve daha az zeki bir eşe sunmasının onun için daha akıllıca olacağını düşünüyordu.

      Her ne kadar son zamanlarda yüksek İngiliz cemiyetinde baskın bir figür haline gelmişse de yaşamının ilk yıllarının çoğunu yurtdışında geçirdi. Babası, merhum Sör Algernon Blakeney, çok sevdiği genç eşinin iki yıllık mutlu bir evlilikten sonra korkunç bir şekilde deliliğe sürüklenişine şahit olmak gibi dehşet verici bir talihsizlik yaşamıştı. Merhum Leydi Blakeney o günlerde tedavi edilmesi umutsuz görülen ve âdeta Tanrı tarafından tüm aileye gönderilen bir lanet olarak nitelendirilebilecek o korkunç derdin pençesine düştüğünde, Percy henüz yeni doğmuştu. Sör Algernon hastalığa yakalanmış genç eşini yurtdışına götürdü ve muhtemelen Percy de eğitimini orada aldı; reşit olana dek, aklını kaybetmiş annesi ve çok endişeli babasıyla yaşamak zorunda kaldı. Ebeveynlerinin birbirinden çok da uzak olmayan ölümleri sonrası özgür bir adam haline geldi. Sör Algernon mecburen sade ve münzevi bir hayat yaşadığından büyük Blakeney mirası on misline katlanmıştı.

      Sör Percy Blakeney, evine bu güzel ve genç Fransız kadını getirmeden önce sürekli yurtdışına çıkardı. Dönemin sosyete camiası, ikisini de kollarını açmış bir şekilde bekliyordu. Sör Percy zengindi, eşi ise başarılıydı, Galler Prensi her ikisini de çok sevmişti. Altı ay içinde moda ve lüks yaşamın herkesçe kabul edilen liderleri haline geldiler. Sör Percy’nin paltoları tüm şehrin dilindeydi, boş lafları alıntılanıyordu, aptalca gülüşü Almack’s ya da Mall’daki gençler tarafından taklit ediliyordu. Herkes, onun son derece aptal olduğunu biliyordu; ancak bu, Blakeneylerin tüm nesiller boyunca sersem oldukları göz önüne alındığında ya da annesinin çılgına dönmüş bir halde öldüğü düşünüldüğünde, çok da şaşılacak bir şey değildi.

      Böylece camia onu kabul etti, gözdesi haline getirdi ve el üstünde tuttu; çünkü atları ülkedeki en iyi atlardı, şölenleri ve şarapları çok seviliyordu. “Avrupa’daki en zeki kadın”la evlenmesine gelirsek, ne diyebiliriz ki? Kaçınılmaz olan, emin ve hızlı adımlarla geldi. Kimse ona acımadı, zira bunu kendisi seçmişti. İngiltere’de asil soydan gelen bir dolu güzel kadın vardı, hepsi de servetini harcama konusunda Blakeney’ye seve seve yardım eder, o sırada da boş laflarını ve komik aptallığını güler yüzle karşılarlardı. Dahası Sör Percy’nin acınmaya hiç ihtiyacı yok gibi duruyordu, zira zeki eşiyle gurur duyuyordu. Hatta eşinin ona karşı hissettiği iyi huylu kibri saklamaya yeltenmemesini ve onun paralarıyla zaten mevcut olan yeteneğini geliştirerek memnun olmasını çok kafasına takmıyor gibiydi.

      Aslında Blakeney gerçekten de olan biteni doğru şekilde yorumlayamayacak kadar aptaldı. Richmond’daki güzel evinde, sakin bir iyi huylulukla zeki eşinin geri planında kalıyordu. Her türlü mücevheri ve lüksü kadının önüne seriyordu. Kadın da bunları tıpkı Paris’teki entelektüel zümreyi kabul ettiği gibi eşsiz bir zarafetle kabul ediyor, Blakeney’nin muhteşem konağının kapılarını büyük bir misafirperverlikle açıyordu.

      Fiziksel olarak Sör Percy Blakeney, inkâr edilemeyecek biçimde yakışıklıydı, tabii alışılagelmiş tembel ve bezgin bakışlarını saymazsak. Kusursuz giyiniyordu, bir İngiliz beyefendisinin sahip olabileceği en muhteşem zevke sahipti. Paris’ten İngiltere’ye getirilen çok pahalı ve gösterişli kıfayetlerle kuşanıyordu. Eylül ayının bu özel öğleden sonrasında, at arabasıyla yaptığı uzun yolculuğuna, hatta tüm o yağmur ve çamura rağmen paltosu güzel omuzlarının üzerinde hâlâ kusursuz bir şekilde duruyordu. En kaliteli şerit dantellerin dalgalı fırfırlarından çıkan elleriyse neredeyse bir kadının elleri kadar beyazdı. Aşırı kısa saten ceketi, geniş klapalı yeleği ve dar dikim çizgili pantolonu iri yarı vücudunun güzelliğini iyice ortaya çıkarıyordu. Hareketsiz dursa İngiliz erkeklerinin en muhteşem örneği olarak kabul görebilirdi; ta ki züppece tavırları, suni hareketleri ve sürekli sersemce gülmesi tüm bu güzel görüntüyü sonlandırana dek.

      Sör Percy, eski moda hanın tavernasına girdi, şık paltosundaki damlaları silkeledi, sonra tembel mavi gözüne altın çerçeveli gözlüğünü takıp üstlerine sıkılgan bir sessizlik çökmüş gruba doğru baktı.

      “Ne haber, Tony? Ne haber, Ffoulkes?” dedi, iki genç adamın ellerini sıktı. “Aman tanrım, güzel dostlar,” diye ekledi hafif boğucu bir esnemeyle birlikte, “hiç böyle kötü bir gün görmüş müydünüz? Ne biçim bir iklim bu.”

      Marguerite, yarı mahcubiyet yarı alay dolu tuhaf bir gülüşle kocasına doğru döndü, canlı mavi gözlerindeki hoş parıltıyla kocasını tepeden tırnağa süzdü.

      “Aman!” dedi Sör Percy, bir süre devam eden sessizlikten sonra, çünkü kimse bir yorum yapmamıştı, “Amma süklüm püklüm görünüyorsunuz… Hayırdır?”

      “Ah, bir şey yok, Sör Percy,” diye cevap verdi Marguerite neşeyle. Fakat bu, kulağa zorlama bir neşe gibi geliyordu. “Senin sükûnetini bozacak bir şey yok, yalnızca eşine hakaret edildi.”

      Açıkça belliydi ki bu söze eşlik eden gülüş, Sör Percy’yi olayın ciddiyetine ikna etme amacıyla atılmıştı. Görünüşe göre işe yaradı da, çünkü kahkaha henüz sonlanmadan Sör Percy uysal bir şekilde:

      “Aman, hayatım! Deme. Doğru mu bu? Seninle uğraşan cesur adam kimmiş söyle bakayım.”

      Efendi Tony araya girmek istedi ancak bunu yapacak zamanı bulamadı, çünkü genç Vikont çoktan hızlıca öne çıkmıştı.

      “Mösyö,” dedi, konuşmaya başlamadan önce özenle başını eğdi ve bozuk bir dille, “Annem, Tournay de Basserive Kontesi, hanımefendiyi incitti, sanıyorum ki bu hanım eşiniz. Annem adına özür dilemeyeceğim; çünkü yaptığı şey bana göre doğruydu. Fakat size, onurlu adamlar arasındaki alışılagelmiş telafiyi sunmaya hazırım.”

      Genç adam, cılız vücudunu olabildiğince dikleştirdi. Sör Percy Blakeney’nin iki metreye yakın sıradışı muhteşemliği karşısında çok hevesli, çok gururlu ve çok sert duruyordu.

      “Tanrım, Sör Andrew,” dedi Marguerite, neşeli ve âdeta bulaşıcı bir kahkahayla, “şu tatlı manzaraya bir bakın, İngiliz hindisi ve Fransız horozu karşı karşıya.”

      Benzetme kusursuzdu. İngiliz hindisi, etrafta tehditkâr bir biçimde gezinen cılız ve küçük Fransız horozuna hayretle bakıyordu.

      “Hayret! Efendim,” dedi Sör Percy en sonunda, gözlüğünü tekrar takmıştı ve genç Fransız’ı açık bir hayretle izliyordu, “melekler aşkına, İngilizce konuşmayı nereden öğrendiniz?”

      “Mösyö!” diye karşı çıktı Vikont, savaşçı tavrının hantal görünüşlü İngiliz tarafından görmezden gelinmesi onu bir nebze mahcup etmişti.

      “Fakat bu muhteşem!” diye devam etti Sör Percy, soğukkanlı bir şekilde. “Hem de ne muhteşem! Sence de öyle değil mi Tony, ha? Ben bile Fransız dilini böyle konuşamıyorum. Değil mi?”

      “Hayır, işte buna kefil olurum!” diye katıldı Marguerite. “Sör Percy’nin İngiliz aksanını ise neredeyse gözle görebilirsiniz.”

      “Mösyö,” diye araya girdi Vikont ısrarla, daha da bozuk bir dille konuşmaya başlamıştı. “Korkarım ki anlamadınız. Size beyefendiler arasındaki tek olası telafiyi teklif ediyorum.”

      “O da neymiş?” diye sordu Sör Percy, sakin bir şekilde.

      “Kılıcım,

Скачать книгу