Скачать книгу

onu hiç düşündün mü?” diye sordu sakince.

      “Tanrım! Efendim, sanıyorum ki onu konuşarak ikna ettiler. Bu Fransızların çenelerinin çok iyi olduğunu duydum. Buradaki Bay Hempseed, onların bazı insanları nasıl parmaklarında oynattıklarını size anlatabilir.”

      “Gerçekten öyle mi, Bay Hempseed?” diye sordu yabancı, kibar bir şekilde.

      “Hayır efendim!” diye cevapladı Bay Hempseed, çok rahatsız olmuştu. “Sorduğunuz sorunun cevabını bilmiyorum.”

      “Peki öyleyse,” dedi yabancı. “Onurlu efendim, umalım ki bu zeki casuslar sizin olağanüstü sadık fikirlerinizi de çelmesin.”

      Bay Jellyband kendini tutamayıp bu curcuna içinde bir kahkaha patlattı ve ona borçlu olanlar da bu kahkahaya katıldı.

      “Hahaha! Hohoho! Hehehe!” Olabilecek her şekilde güldü; çenesi ağrıyana ve gözlerinden yaşlar gelene dek gülmeye devam etti. “Benim! Duydunuz mu şunu? Benim fikirlerimi çelebileceklermiş, duydunuz mu, ha? Tanrı sizi bağışlasın efendim, fakat çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz.”

      Bay Hempseed, “Peki Bay Jellyband, ancak Kutsal Kitap ne diyor unutmayın: Sağlam durduğunu sanan kişi dikkat etsin, her an düşebilir,” diye cevap verdi.

      “Şunu göz önünde bulundurun Bay Hempseed,” dedi Jelly-band, hâlâ gülmekten karnını tutuyordu. “Kutsal Kitap beni tanımıyordu. Niye o katil Fransızlarla oturup bir bardak bira içeyim ki? Üstelik fikirlerimi hiçbir şey değiştiremez. Yaa! O kurbağa yiyicilerin Kral’ın İngilizcesini bile konuşamadıklarını duydum, yani garip dillerini konuşmaya çalıştıklarını görürsem onları hemen tanırım, bu kadar basit! Ne demişler, tehlikeyi erken sezen, erken silahlanır.”

      “Kesinlikle öyle, dürüst dostum,” diye onayladı yabancı büyük bir neşeyle. “Görüyorum ki çok zeki bir adamsınız, yirmi Fransıza bedelsiniz. Bu yüzden şerefli efendim, onurunuza içmek istiyorum, bu şişeyi benimle bitirme onurunu gösterirseniz çok memnun olurum.”

      “Çok naziksiniz efendim,” dedi Bay Jellyband, kahkaha tufanından geriye kalan gözyaşlarını siliyordu. “Tabii ki bitiririm.”

      Yabancı, bir çift bardağı şarapla doldurdu, birini hanın sahibine diğerini de kendine aldı.

      “Hepimiz sadık İngilizleriz,” dedi, bu sırada ince dudaklarında nüktedan bir gülümseme vardı. “Ancak ne kadar sadık olursak olalım, Fransa’dan bize gelen şeyler arasında en azından bu içeceğin iyi bir şey olduğunu kabul etmeliyiz.”

      “Tabii! Bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz efendim,” diye onayladı taverna sahibi.

      “Öyleyse İngiltere’deki en iyi ev sahibine, şerefli hancımız Bay Jellyband’e içelim,” dedi yabancı yüksek bir sesle.

      “Oooo!” diye eşlik etti orada bulunan herkes. Sonrasında alkışlar koptu. Kupaların ve bardakların masa üzerinde çıkardığı müzikal tıkırtı, birçok konuşma üzerine atılan yüksek sesli kahkahalara ve Bay Jellyband’in “Tanrının cezası bir yabancının düşüncelerimi çelmesini bir düşünün! Ne manzara ama! Tanrı sizi korusun efendim, ancak çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz,” nidalarına eşlik ediyordu.

      Yabancı, bu değişmeyecek gerçeğe tüm kalbiyle katıldı. Gerçekten de Bay Jellyband’in tüm Avrupa kıtası sakinlerinin tastamam değersiz olduğuna dair kökten yerleşmiş düşüncelerini herhangi birinin değiştirebileceğini ileri sürmek çok abesti.

      Üçüncü Bölüm

      Sığınmacılar

      Bu sıralarda, Fransızlara ve yaptıkları şeylere karşı sesler İngiltere’nin her kesiminde yükselişe geçmişti. Fransız ve İngiliz kıyıları arasında iş yapan kaçakçılar ve meşru tüccarlar, suyun öte tarafından sürekli yeni haberler getiriyordu. Bu haberler, İngilizlerin kanının kaynamasına sebep oluyordu. Bu yüzden İngiliz halkı, kendi krallarını ve kralın tüm ailesini zindana atan, kraliçeye ve çocuklarına her türden onur kırıcı davranışta bulunan, şimdi ise tüm Bourbon Hanedanı’nın ve destekçilerinin kanını talep eden o katillerin “hak ettiklerini bulması” gerektiğini düşünüyordu.

      Marie Antoinette’in genç ve güzel arkadaşı Prenses de Lamballe’ın katledilmesi, İngiltere’deki herkesin kalbini tarif edilemez bir dehşetle doldurmuştu. Kraliyet ailesinin, tek günahları aristokrat bir soydan gelmek olan iyi üyelerinin idam edilmesi, tüm uygar Avrupa’nın intikam isteğiyle yanıp tutuşmasına yol açıyor gibiydi.

      Ne var ki kimse araya girmeyi göze alamadı. Burke, tüm hitabet yeteneğiyle, Britanya Hükümeti’ni devrim hükümeti tarafından yönetilen Fransa ile savaşması için ikna etmeye çalıştı; fakat ihtiyatlı bir adam olan Bay Pitt, ülkenin ağır ve masraflı bir savaşa daha girişmeye uygun durumda olmadığını düşünüyordu. İnisiyatifi ele almak Avusturya’ya düşecekti. Avusturya, en güzel kızının artık devrik bir kraliçe durumuna düşmesiyle, âdeta uluyan bir çete tarafından zindana atılmış ve hakarete uğramıştı. Bay Fox ise birkaç Fransız diğerlerini öldürdü diye tüm İngiltere’nin savaşa girmesine gerek olmadığını savunuyordu.

      Bay Jellyband ve John Bullvari’ye gelince onlar, tüm yabancıları küçük görseler de devrime karşı insanlardı. Bu yüzden şu sıralarda ihtiyatı ve ılımlı yaklaşımı için Pitt’e sinirliydiler; fakat tabii ki bu büyük adamın politikasına yön veren diplomatik nedenlerin hiçbirinden bir şey anlamıyorlardı.

      Sally koşarak geri geldi, çok heyecanlı ve telaşlıydı. Tavernadaki neşeli kitle dışarıdaki sesten bihaberdi; ancak Sally sırılsıklam olmuş atıyla birlikte bir adamın Balıkçı Misafirhanesi’nin kapısında durduğunu görmüştü. Seyis çocuk atı ahıra götürmek için ayaklandığında, güzel Sally de ziyaretçiyi karşılamak için ön kapıya doğru gitti. Tavernadan geçerken “Baba, sanırım bahçede Efendi Antony’nin atını gördüm,” dedi.

      O sırada kapı dışarıdan açıldı, yağmurdan sırılsıklam olmuş koyu renkli kıyafetin sardığı bir kol, güzel Sally’nin beline sarıldı; aynı anda candan bir ses tavernanın cilalanmış kalasları arasında yankılandı.

      “Tanrım, güzel Sally, kahverengi gözlerin ne keskin!” dedi içeri yeni giren adam, o an Bay Jellyband aceleyle ve büyük bir şevkle öne doğru atıldı, âdeta alarma geçmişti ve telaşlıydı, zira hanının en ayrıcalıklı konuklarından biri gelmişti.

      “Tanrım, bu nedir böyle Sally?” diye ekledi Efendi Antony, Sally’nin çiçek açan yanaklarına bir öpücük kondururken, “Seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş oluyorsun. Dürüst arkadaşım Jellyband, gençleri senin ince belinden uzak tutmak için çok uğraşıyor olmalı. Siz ne dersiniz Bay Waite?”

      Efendiye olan saygısı ve bu şakaya dair hoşnutsuzluğu düşünülünce iki arada bir derede kalan Bay Waite, yalnızca tedirgin bir homurtuyla cevap verdi.

      Efendi Antony Dewhurst, Exeter Dükü’nün oğullarından biriydi ve o günlerin standartlarına göre eksiksiz bir İngiliz beyefendisiydi. Uzundu, heybetliydi, geniş omuzları ve güleç bir yüzü vardı, kahkahası gittiği her yeri inletirdi. İyi bir centilmen, hayat dolu bir ahbaptı, kibar ve soylu bir insandı, mizacını bozacak bir zekâya sahip değildi, Londra’daki konuk salonlarının ve kasaba tavernalarının en sevilen konuklarından biriydi. Balıkçı Misafirhanesi’ndeki herkes onu tanırdı, çünkü Fransa’ya gidip gelmeyi severdi ve yoldan dönerken ya da yola çıkarken onurlu Bay Jellyband’in bir geceliğine misafiri olurdu.

      Sally’nin belini bıraktığında Waite’e, Pitkin’e ve diğerlerine başıyla selam verdi, kurulanmak ve ısınmak için şöminenin önüne doğru gitti. Domino oyunlarına

Скачать книгу