ТОП просматриваемых книг сайта:
SON KOLEKSIYONCU. AYDIN ALMILA
Читать онлайн.Название SON KOLEKSIYONCU
Год выпуска 0
isbn 9789752125391
Автор произведения AYDIN ALMILA
Издательство Автор
Birim’i gecenin karanlığında hareket edecek kadar iyi tanırdı. Koordinatları şaşırmazdı. Fabrikadaki işini hızlı ve hatasız yapar, kardeşlerine göz kulak olurdu. Dikkat çekecek davranışlardan sakınırdı. Şaşırtıcıydı ama o gece hiçbir muhbirle karşılaşmamıştı. Yaptığı her şey aldığı eğitime uygundu. Oysa bilmesi gerekenin bundan ibaret olmadığının artık bilincindeydi. İki kitapta yazılanları da merak ediyordu. Hatta başkaları varsa, onları da okumak istiyordu.
Eve döndüğünde kardeşleri derin bir uykudaydı. Gözleri yorgunluktan kapanırken, Ela ve Siro’yla nasıl görüşeceğini düşündü. Evlerine tekrar gitmesi dikkat çeker miydi? Her zaman o günkü gibi şanslı olmayabilirdi.
Kaçaklarla Karşılaşma
Alba kitabı bez torbasındaki birkaç parça eşyanın altına koymuştu. Ugo’nun kendisine ne kadar kızgın olduğunu tahmin edebiliyordu. Ama kitabı handa bırakamazdı.
Yoldan uzak durarak, tek tük ağaçların arasından kuzeye doğru ilerliyordu. Tüccarlardan birini durdurmaya cesaret edememişti. Çünkü tilyum taşıyan araçların, muhbirlerin ve antropoitlerin sayısının gittikçe arttığını fark etmişti. Yüzlerine çakılı sert ifadeleriyle uzaktan bile ürkütücü görünüyorlardı. Torbasındaki yükle, aralarından biriyle burun buruna gelmesi başının büyük derde girmesine neden olurdu. Bu yüzden en güvenlisi kimseye görünmeden yürümekti.
Yürürken evlere rastlamıştı; hepsi muhtemelen tüccarlara aitti. Yol üstünde hanlar olduğunu da tahmin ediyordu ama ancak ağaç altında geceleyebilirdi.
Karanlık çökmeden, gördüğü en büyük ağacın altına yerleşti. Handan ayrılmadan çantasına attığı birkaç dilim ekmekle suyun kalanını çıkardı. Ekmekler taş gibi olmuştu. Neredeyse kemirerek yedi. Çok geçmeden de uyuyakaldı.
Neden sonra başında birinin dikildiğini hissedince korkuyla gözlerini açtı. Hemen torbasını kucakladı.
Kadın orta boyluydu, siyah saçlarını ensesinde toplamıştı. Sırtına geçirdiği, saçlarıyla aynı renkteki üstlüğün içinde sanki olduğundan da zayıftı. “Muhbirlere yakalanmak için iyi bir yer seçmişsin!” dedi. Bir yandan kalkmasını işaret ederken, “Yıkıntılardan mı geliyorsun?” diye sordu.
Alba başıyla onayladı.
“Oradaki zavallıları umursamazlar, çünkü tehdit olarak görmezler. Oysa kuzeye doğru gittikçe kontroller artar. Burada kolayca yakalanırsın. Beni izle!”
Bu sırada Alba, kadını ikiletmeden ayağa kalkmıştı.
“Korunaklı yerimiz var. Geldiğini gördük ama geceyi burada geçireceğini düşünmedik, soluklanıp gideceğini sandık. Yoksa daha önce yanına gelirdim.”
Alba, “Siz de mi yıkıntılardan geliyorsunuz?” diye sordu. Kaç kişi olduklarını merak etmişti.
Kadın ağzını bir tarafa doğru yamultarak güldü. “Antropoit ya da tüccar değilsen, geldiğin yer yıkıntılar olur. Biz ne insansıyız ne de itaatkârız.”
Alba, kadının peşi sıra sesini çıkartmadan yürüdü; tüm dikkatini söylediklerine verdi.
“Antropoitlere hizmet etmediğimiz için zor şartlarda hayatta kalmak için çabalıyoruz. Durumumuz, yıkıntıların arasında yaşayanlardan farklı değilmiş gibi görünebilir. Ama orayı terk edeli uzun zaman oldu, çünkü çaresizce beklemeyi seçmedik. Kaçak olarak yaşamayı tercih ettik.” Önlerine çıkan yoldan aşağıya doğru inerken sustu. Kayıp düşmemek için dikkatini adımlarına vermişti. Alba da aynısını yaptı.
Yolun yeniden düzleşip ardından yukarı doğru eğim kazandığı kısmını da aşınca, karşılarına dikenli çalılardan bir duvar çıktı. Kadın, “Bu taraftan.” dedi ve çalıların arasındaki daracık bir açıklıktan geçtiler. Alba, çizilmesin diye yüzünü koluyla örtmüştü. Kolunu indirince oldukça büyük bir ağaçla karşılaştı. Sık ve ince yapraklı dalları bombe oluşturarak yere kadar uzanıyordu. O bombe sayesinde gövdesinin çevresinde oldukça geniş bir boşluk kalıyordu. Saklanmak için uygundu.
Kızın bu ağaçları ilk kez gördüğünü tahmin eden kadın, “Salkım söğüt.” dedi. “Birkaçı yan yana; kim bilir belki de yeryüzünde başka yoktur. Bir süreliğine burada konaklıyoruz.”
Alba dudaklarını oynatarak, “Salkım söğüt.” diye tekrarladı. Bu adın, altında durduğu ağaca çok yakıştığını düşündü.
Gövdenin çevresinde yerde oturanlar, onları görünce başlarıyla selamladılar. Alba da aynısını yaptı. Hiçbiri tanışmaya kalkmayınca sesini çıkartmadı. Yere oturup bağdaş kurdu. Bez torbasını kucağından ayırmıyordu.
Kadın diğerlerinden her şeyin yolunda olduğunu öğrendi; yakınlarından hiç muhbir geçmemişti. Alba’nın karşısına oturdu. “Uyanık olmalıyız.” diye açıkladı. Hemen ardından, kızın hazırlıklı olmadığı bir şey söyledi. “Demek kuzeye gidiyorsun.”
Alba tam, ne tarafa gittiğini nasıl anladığını soracaktı ki kadın devam etti. “Yıkıntılardan yola çıktığına göre, gidebileceğin tek yer orası. Madenlerin bu tarafta olmadığını herkes bilir. Zaten madenlere gidilmez, oradan kaçılır.”
“Ailemin yaptığı gibi.” Alba fısıldarcasına konuşmuştu. Anne ve babasından söz etmek, ona ne kadar yalnız olduğunu hatırlatıyordu.
Kadın, Alba’yı duymamışçasına devam etti. “Seni tehlikeli bir yolculuğun beklediğini biliyor olmalısın. Buralar tilyum yüklü araçlarla dolu olduğundan yollar sıkı kontrol edilir.”
Alba bakışlarını torbasının üzerindeki ellerine dikti. “Tahmin ediyorum. Ama babam kuzeye gitmemi söylemişti. Nedenini bilmiyorum, ne kadar kuzeye gitmem gerektiğini de…”
Kadın anlayışla başını salladı. Ardından ağzını yine bir tarafa yamultarak gülümsedi. “Yıkıntılardakiler gibi konuşmuyorsun. Hem orayı böyle bir başına terk ettiğine göre, bir bildiğin olmalı. Kitaplardan söz edildiğini mi duydun?”
Alba’nın içini aniden bir ürperti sardı. Kadın, kitaplar, derken ne kadar rahattı. Yoksa bez torbasında ne olduğunu anlayan bir antropoit miydi? Onları insanlardan ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Hem ayırt edebilmesi için daha önce defalarca antropoitlerle karşılaşması gerekirdi. Kadının peşine takılmakla hata etmişti!
Kadın aklından geçenleri anlamışçasına, “Korkma!” diye devam etti. “Dedim ya, insansı değiliz. Hem onlar birini yakalamak isterlerse önce sohbet etmeye, ağzından laf almaya gerek duymazlar. Muhbirlerin kaydettikleriyle yetinirler.”
Bunun üzerine Alba sakinleşti. “Siz kitaplarla ilgili ne biliyorsunuz?” diye sordu.
“İçinde tüm bilinmeyenleri, gerçekleri ve güzellikleri sakladıklarını biliyorum. Hiç görmediğimiz yerleri, ağaçları, hayvanları, tüm renkleri; duymadığımız sesleri; tatmadığımız lezzetleri; başımızı döndürecek kokuları sakladıklarını da… Yazıları muhafaza ettiklerini… Aynı zamanda geçmişin muhafızlığını yaptıklarını biliyorum; unutulan geçmişin…