Скачать книгу

mı bırakıyorsun bizi?” diye itiraz etti.

      Oysa tüccarın umurunda bile değildi. “Dağ başı değil, yol ortası! Yol üstünde han var.”

      Alba diğerlerinden önce kamyonetten atladı. Gerçekten de yol ortasıydı. Tüccar yola devam edecekmiş gibi görünmüyordu. Kız kamyonetin bozulduğunu tahmin etti. Karanlık çökmeden hanı bulmak için yürümeye koyuldu. Oyalanmaya gelmezdi. Çok geçmeden, itiraz eden yolcular ve tüccar arkasında kalmıştı.

      Yol üstüne park etmiş kamyonet olmasaydı, karanlığa gömülmüş olan hanı fark etmeyecekti. Temkinli adımlarla bakımsız yapıya yaklaştı. Öylesine sessizdi ki, bir an terk edilmiş olduğunu sandı. Ancak, kapıdan içeri girer girmez yanan sobayı görünce rahatladı.

      Sobanın ateşini canlandıran on iki, on üç yaşlarındaki çocuk kapıya ilgisizce baktı. Saçları ve gözleri, içerisinin loşluğunda kopkoyu görünüyordu. Üstüne küçük gelen giysileri onu olduğundan daha uzun gösteriyordu.

      Alba, “Boş odanız var mı?” diye sordu. Çocuk ateşi karıştırdığı demir sopayı dipteki tezgâha doğru uzattı. Alba tezgâha doğru yürürken, çocuğun meraklı bakışlarını sırtında hissediyordu.

      Tezgâhın ardındaki adam, çocuğun yirmi yıl sonraki hâli gibiydi. Alba adamın, onun babası olduğunu tahmin etti. Yüzünde kederli bir gülümsemeyle bakıyordu. Demir bir halkaya bağlı anahtarı Alba’ya uzatırken, “En güzel odamız.” dedi.

      Alba cebinde kalan son birkaç kuruşu da çıkartıp tezgâha bıraktı. Yetmeyeceğini biliyordu ama yine de şansını denemek istemişti. Diğer eli ister istemez boynundaki madalyona gitmiş, korumaya çalışırcasına madalyonu kapatmıştı.

      “En güzel odaya gerek yok.”

      Adam, kızın hareketini fark ettiğini belli etmedi. Ugo’dan birkaç yaş büyük olmalıydı. Boğazının düğümlendiğini hissetti. Bir anda yıllar öncesine, artık başkasınınmış gibi görünen bir hayata geri dönmüştü. Şimdi o da neredeyse bu yaşlardadır, diye düşündü. Ardından, “Ugo.” diye seslendi. “Misafirimize odasını göster.”

      Ugo üst katın merdivenlerini çıkınca karşıdaki kapıyı işaret etti. Tam aşağı inmek üzereydi ki durup, “Yemek servisi bitti.” dedi. “Ama mutfağa inersen çorba var. Kızarmış ekmek de…” Hanın kapısından tüccarlardan başka kimse girmez, üstelik çoğu da kaba saba olurdu. Ugo soru sormazlarsa hiçbiriyle konuşmazdı. Oysa bu kıza karşı elinden geldiğince konuksever olmak istiyordu. Neredeyse akranı sayılacak biriyle en son ne zaman karşılaştığını düşündü.

      Kız hafifçe gülümseyerek onayladı. “Adım Alba.”

      “Ugo.”

      “Az önce duydum.”

      Ugo başka bir şey söylemeden gerisin geriye basamakları indi.

***

      Alba çorbanın hayatı boyunca midesine inen en lezzetli şey olduğunu düşündü. Ugo’nun annesi yemek servisi bittiği hâlde çorba ısıtıp ekmek kızartmaktan hoşnut olmasa da sesini çıkartmamıştı. Kızın hâli ona da dokunmuş olmalıydı. Çünkü Ugo, annesinin Alba’ya şefkatle baktığına emindi, hatta sanki gözleri dolmuştu. Kadıncağız hanın diğer işlerini görmek için mutfaktan çıkınca bir süre sadece kaşığın kâseye çarpma sesi duyuldu.

      Ugo sonunda merakına yenik düşüp, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. Doğduğundan beri neredeyse handan başka bir yer görmemişti. Sadece birkaç kez, babasının tüccarlara ve hancılara özgü o izin kâğıdı sayesinde, hanın ihtiyaçlarını karşılamaya gitmişti. Bir tek yakın çevrenin neye benzediğini bilirdi.

      “Yıkıntılardan. Nerede olduğunu biliyor musun?”

      Ugo “hayır” anlamında başını salladı.

      “Buranın güneyinde, çok uzak sayılmaz.”

      “Nasıl bir yer?”

      Alba’nın korkunç demeye dili varmadı.

      “Yaşam şartları ağır bir yer. Çok eski bir şehrin yıkıntıları arasında hayatta kalmaya çalışıyor oradakiler.” “Oradakiler” derken boğazı düğümlendi. Çünkü o sabaha kadar kendisi de onlardan biriydi. Sırf çocuğun, ailesiyle ilgili bir soru sormasından çekindiği için, “Şehir ne demek biliyor musun?” diye ekledi.

      Ugo “evet” dercesine başını salladı.

      Alba inanmaz gözlerle baktı. “Nereden duydun?”

      Ugo alınmıştı. “Duymadım.” Başını dikleştirdi. “Okudum.”

      Alba’nın elindeki kaşık gürültüyle kâsenin içine düştü. Bir şey yok olduğunda, ona karşılık gelen kelime de zamanla kullanılmamaktan unutulup giderdi. “Şehir” de o kelimelerden biriydi. Alba, annesiyle babasından duymuştu. İkisi de yıkıntılarda yaşayanlara göre oldukça zengin bir dil kullanırdı. Ancak yazılı olması imkânsızdı! Sadece…

      “Okudun mu? Nerede?”

      Alba gözlerini o kadar çok açmıştı ki Ugo ürktü. Bulduğu şeyi kıza gösterip göstermemekte kararsız kaldı. Sonunda karşısındakini daha da şaşırtma isteği ağır bastı. Hem bu sayede kızın saygısını bile kazanabilirdi. Konuşmasından Ugo’yu küçümsediği anlaşılıyordu. Sobanın arkasındaki ıvır zıvırın en altına sakladığı nesneyi çıkarttı. Annesinin temizlik bezlerinden birine sarmıştı. Bezi açıp nesneyi masaya koyduğunda, kızın benzinin attığını gördü.

      Alba ne olduğunu anlamıştı. Titreyen ellerini uzatıp eski cilde dokundu. Üzerinde, yaprakların sarıp sarmaladığı çok katlı binaların resmi vardı. Binalar dev boyutlardaki, dikdörtgen ağaçlar gibiydi… Birbirlerine yakın çizilmişlerdi. Çizgilerin üstündeki yaldızlar yer yer dökülmüş olsa da resmin bir şehre ait olduğu anlaşılıyordu. Yıkıntıların bir zamanlar bu resme benzeyip benzemediğini düşündü. Bitkilerle iç içe, ışıltılı bir yer miydi? Cildi açtığında Saklı Şehrin İzinde yazdığını gördü. Kızın gözleri doldu. Ugo yaratmak istediği etkinin bu olmadığını düşündü.

      Sonraki dakikalar, Ugo’nun mutfağa doğru ayak sesi gelip gelmediğine kulak kesilmesiyle geçti. Bu sırada Alba, kâğıtları insanı çileden çıkartan bir ağırlıkla çevirdi.

      Sonra, yalnızca dudaklarını kıpırdatarak, gözüne çarpan bir yeri okudu.

      “Büyük yapraklı sarmaşıklarla sarılı camdan binalar, dikey ormanları hatırlatıyordu. Gündüzleri güneş ışınlarının rengârenk oyunlar oynadığı pencerelerden, gece çöktüğünde kristal ışıklar süzülürdü. Uzun sofralarda, gümüş tepsilerde sunulurdu yemekler. İştah açıcı kokuları, karnı tok bir insanı bile cezbederdi. Piyanolardan, arplardan yükselen notalara kimi zaman kahkahalar karışırdı. O evlerde yaşayanların hepsi seçkindi! Dünyanın en güzel köşesi onlara ayrılmıştı…”

      Neden sonra, bir rüyadan uyanırmışçasına Ugo’ya, “Nerede buldun?” diye sordu Alba. Gözlerinin parıltısı, mutfağı tilyum lambalarından daha çok aydınlatıyordu.

      Ugo kısaca anlattı.

      “Ne

Скачать книгу