Скачать книгу

iki iğrenç figür olarak onun karşısına çıkıyordu. Bir gün, bir gece, bir ormana su getirmeye gittiğini ve Paris’ten çok uzakta olduğunu hatırlıyordu. Bir uçurumda yaşamaya başlamış ve onu bu uçurumdan Jean Valjean kurtarmış gibi geliyordu sürekli ona. Çocukluğu; çevresinde kırkayaklardan, örümceklerden ve yılanlardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir zamanın kötü duygularını uyandırıyordu onda. Akşam uykuya dalmadan önce düşüncelere daldığında Jean Valjean’ın kızı ve onun, kendisinin babası olduğu konusunda net bir fikri olmadığı için annesinin ruhunun o iyi adama geçtiğini ve bu adamın bedeni üzerinden onun yanına geldiğini, hatta yanında oturduğunu düşünürdü. Oturunca yanağını onun beyaz saçlarına yaslar ve sessizce gözyaşı dökerek kendi kendine: “Belki de bu adam benim annemdir.” derdi.

      Cosette, manastırda büyümüş bir kızın derin cehaleti içerisinde -annelik, bakire bir kız için de kesinlikle anlaşılmaz olduğundan-düşüncelerinde mümkün olduğunca annesine az yer vermeye çalışarak aklındaki karışıklıkları sonlandırmaya uğraşıyordu. Annesinin adını bile bilmiyordu. Kendisine sorduğunda Jean Valjean, ona sadece bir sessizlikle karşılık veriyordu. Sorusunu tekrar ederse gülümsüyordu. Bir kez daha ısrar edip soracak olursa o zaman ihtiyar adamın gülümsemesi yerini gözyaşlarına bırakıyordu. Jean Valjean’ın bu sessizliği Fantine’i hâlâ düşüncelerinin arasında saklamaya devam etmesindendi. Sağduyu muydu bu, yoksa saygı mı? Bu ismi kendininkinden başka bir anının tehlikelerine teslim etme korkusu muydu?

      Jean Valjean, Cosette’le küçüklüğünden beri annesi hakkında konuşmaya istekliydi; genç bir kız olduğunda bunu yapması imkânsız hâle gelmişti. Artık cesaret edemiyormuş gibi geliyordu ona. Cosette yüzünden miydi? Yoksa Fantine yüzünden mi? Bu gölgenin Cosette’in düşüncesine girmesine izin verdiği için belli bir dinî dehşet hissediyor ve kaderlerine bir üçüncüyü yerleştirmek istemiyordu. Bu gölge onun için ne kadar kutsalsa ondan o kadar korkulması gerektiğinin de farkındaydı. Fantine’i düşündüğü zamanlarda sessizliğin içinde boğulduğunu hissediyordu. Karanlıkta, parmağı dudaklarında gibi görünen bir şeyi belli belirsiz algılayabiliyordu. Jean Valjean bilinçsizce baskıya mı boyun eğiyordu? Ölüme inanan bizler, bu gizemli açıklamayı reddedecek kişilerden değiliz aslında. Fantine’in adını Cosette için bile telaffuz etmenin imkânsızlığı bundandı işte. Bir gün Cosette ona şöyle dedi:

      “Baba, dün gece rüyamda annemi gördüm. İki büyük kanadı vardı. Annem hayatı boyunca neredeyse bir azize gibi yaşamış olmalı.”

      “Hem de mutlu bir azize gibi.” diye yanıtladı Jean Valjean.

      Bu cevabıyla Jean Valjean mutluydu. Cosette onunla dışarı çıktığında yüreğinin enginliğiyle gururlu ve mutlu bir şekilde onun koluna yaslandı. Jean Valjean böylesine ayrıcalıklı, yalnızca kendisiyle tamamen tatmin olmuş bir şefkatin tüm bu kıvılcımları karşısında kalbinin sevinçle eridiğini hissetti. Zavallı adam titredi, meleklerin sevinciyle dolup taştı; bunun tüm yaşamı boyunca süreceğini kendinden geçmiş bir şekilde kendine ilan etti; böylesine parlak bir mutluluğu hak etmek için gerçekten yeterince acı çekmediğini kendi kendine söyledi ve ruhunun derinliklerinde Tanrı’ya, bir zavallı olarak, bu masum varlık tarafından sevilmesine izin verdiği için teşekkür etti.

      V

      Gül, Bir Savaş Makinesi Olduğunu Algılar

      Bir gün Cosette, aynasını eline alıp baktığında şaşkınlıkla şöyle dedi: “Gerçekten mi?” Kendi görüntüsü gerçek anlamda hoşuna gitmiş, bu durum ona tuhaf bir sevinç vermişti. O güne değin yüzünün nasıl göründüğüyle ciddi anlamda ilgilenme gereği görmemişti. Gerçi aynada kendisini görürdü ama alıcı gözle hiç bakmazdı. Hem kendisine sürekli çirkin olduğunu söylemişlerdi. Sadece Jean Valjean ona: “Hayır, sen kesinlikle çirkin değilsin.” demişti. Bu nedenle çirkin olduğuna inanmış, çocukluğun o uysallığı ile de bu düşüncelerle büyümüştü. Fakat aynası da ona babası gibi çirkin olmadığını söylüyordu. Genç kız, o gece sabaha kadar gözünü kırpmadı. “Ben gerçekten güzel miyim? Güzel olmak garip bir duygu olmalı!” diye düşünüyordu. Manastırda güzellikleriyle ilgi çeken arkadaşlarını düşündü ve kendi kendini, “Acaba ben de manastırdaki kızlar kadar güzel olabilir miyim?” diye sorguladı. Ertesi sabah aynasına koştu ve yeniden düşünmeye başladı. “Ah, böyle bir fikre nasıl kapıldım acaba?” diye söylendi. “Aslında hiç de güzel değilim.” O gece iyi uyumamıştı; gözleri yorgun, yüzü solgundu. Bir gece önce güzel olduğunu düşünmek onu fazlasıyla coşturmuş ancak sabah olduğunda yeniden kendisine baktığında çirkin olduğunu düşünerek kedere kapılmıştı. Sırf bu yüzden on beş gün boyunca aynasına sırtını dönüp saçlarını taradı. Akşamları yemekten sonra, ya salonda halı dokur ya da manastırda öğrendiği bazı şeyleri yapardı. Jean Valjean da onun yanında oturup kitabını okurdu. Bir seferinde başını kaldıran genç kız, babasının kendisine kaygılı gözlerle baktığını gördü ve bu duruma çok şaşırdı. Başka bir gün sokakta yüzünü görmediği, hızla yanından geçen birinin şöyle konuştuğunu duydu: “Güzel kız ama kıyafetleri ne kadar kötü!”

      Cosette ise “Peh, kesinlikle beni kastetmiyorlardı; kıyafetlerim gayet güzel ama ben çirkinim.” diyerek söylenilen sözleri umursamamıştı. O sırada başında pelüş şapka ve üzerinde manastır giysisi olan siyah yünden elbisesi vardı.

      Sonunda bir gün bahçedeyken, zavallı yaşlı hizmetçinin şöyle dediğini duydu: “Cosette’in ne kadar güzel büyüdüğünü fark ettiniz mi efendim?” Cosette babasının cevabını duymadı ama Toussaint’in sözleri içinde bir tür kargaşaya neden oldu. Bahçeden kaçtı, odasına koştu, aynaya baktı -kendisine bakmayalı üç ay olmuştu- ve bir çığlık attı. Kendisini gördüğünde gözleri kamaşmıştı, gerçekten güzel ve hoş görünüyordu, hizmetçi kadın ve aynasıyla aynı fikirde olmaktan kendini alamadı. Bedeni biçimlenmiş, teni beyazlamış, saçları canlanmış ve mavi gözlerinde alışılmadık bir ihtişam parlamıştı. Güzelliğinin bilinci, gün ışığının aniden ortaya çıkması gibi bir anda üzerine çöktü; hizmetçi kadın gibi başkaları da bunu fark etmişti; yoldan geçenin bahsettiği kişi, kendisiydi. Artık bundan hiç şüphesi yoktu. Kendisini bir kraliçe sanarak yeniden bahçeye indi. Kış olmasına rağmen kuşların şarkı söylediğini duyduğunu, gökyüzünün yaldızlı olduğunu, ağaçların arasındaki güneşi, çalılıklardaki çiçekleri; dikkati dağılmış, vahşi, tarif edilemez bir zevkle gördüğünü hayal etti. Jean Valjean, kendi tarafında derin ve tanımlanamaz bir baskı hissediyordu. Aslında bir süredir Cosette’in tatlı yüzünde her gün daha da parlayan güzelliği büyük bir kaygıyla seyrediyordu. Herkese gülümseyen şafak onun için karanlıktı. Cosette, aslında güzelliğinin uzun süredir farkında değildi. Ama daha ilk günden, yavaş yavaş yükselen ve genç kızın bütün bedenini saran o beklenmedik ışık, Jean Valjean’ın ruhunda uzun zamandır büyük endişelere sebebiyet veriyordu. Mutlu yaşamlarında bir değişiklik olduğunu hissediyordu. O kadar mutlu bir yaşamdı ki onların bu yaşadığı, bir şeyleri bozma korkusuyla hareket etmeye cesaret edemiyordu. Her türlü sıkıntıdan geçmiş, kaderin yaralarıyla hâlâ kanlar içinde olan ve neredeyse bir aziz hâline gelen bu adam; kadırgaların zincirini yıllardır beraberinde sürükledikten sonra, yakasını yasanın elinden kurtaramadığı için her an yakalanıp erdeminin karanlığından güpegündüz ayıplanacak olan bu adam, görünmez ama ağır belirsiz sefalet prangalarını asıl şimdi ruhunun en derinlerinde hissediyordu. Bu adam her şeyi kabul etmiş, her şeyi bağışlamış ve yalnızca Tanrı’dan, insandan, yasadan, toplumdan, doğadan, dünyadan bir şey istemişti: Cosette’in onu sevmesini! Cosette sadece onu sevmeye devam edebilirdi! Tanrı’nın, bu çocuğun yüreğinin sadece ona bağlı ve onunla kalmasını

Скачать книгу