Скачать книгу

isterseniz!”

      Sonra yapraklar arasında yabani bir hayvanın geçişine benzeyen bir ses duyuldu ve yaşlı adam çalıların arkasında, gözlerini doğrudan ona dikmiş duran zayıf bir kız olduğunu gördü. O bir kızdan çok, gün batımındaki gölge gibiydi aslında. Mabeuf Baba, neye uğradığını bilemeden ve kıza karşılık veremeden, kız kovayı kancadan indirmiş ve kuyuya daldırmıştı. Hemen sonra eski püskü kıyafetler içerisindeki bu hayalet gibi kız, çiçekleri sulayıp çevresine hayal saçmaya başladı. Kovanın yapraklarda çıkardığı o su sesi ihtiyara derin bir mutluluk veriyordu, sanki dökülen her bir su damlasında kendisi de serinliyordu. Artık ortancasının da mutlu olduğuna emindi. Kız ilk kovadan sonra bir kova su daha çekti, sonra bir üçüncü kovayla bütün bahçeyi hızlıca suladı.

      Çiçekler arasında kara bir hayalet gibi oradan oraya koşturan bu kız, üzerindeki peleriniyle âdeta bir yarasaya benziyordu. Kız çiçekleri sulama işini bitirmiş, Mabeuf Baba’nın gözleri mutluluk yaşlarıyla dolmuştu; kızın saçlarını okşadıktan sonra, elini alnına koyup ona şöyle söyledi: “Tanrı seni korusun. Çiçekleri sevdiğine göre, sen bir melek olmalısın.”

      “Hayır.” diye yanıtladı kız. “Ben şeytanım ama benim için hepsi aynı.”

      Yaşlı adam onun cevabını beklemeden veya duymadan haykırdı:

      “Bu kadar mutsuz ve fakir olmam, senin için hiçbir şey yapamamam ne yazık!”

      “Bir şeyler yapabilirsin.” dedi kız.

      “Ne?”

      “Bana Mösyö Marius’ün nerede yaşadığını söyle.”

      Yaşlı adam anlamadı. “Ne Mösyö Marius’ü?” dedi, cam gibi gözlerini kaldırdı. Kaybolmuş bir şeyi arıyor gibiydi.

      “Eskiden buraya gelen genç bir adam.”

      Bu arada, Mösyö Mabeuf hafızasını canlandırmaya çalışıyordu. “Ah! Evet!” diye haykırdı. “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Bekleyin! Mösyö Marius, Baron Marius Pontmercy! Şeyde yaşıyor, daha doğrusu artık yaşamıyor… Ah, pekâlâ, bilmiyorum.” Konuşurken bir orman gülünün dalını koparmak için eğilmişti ve devam etti: “Bekle, hatırladım. Sık sık bulvardan geçer ve Glaciére, Croulebarbe Sokağı yönünde gider. Tarla Kuşu Çayırı’na. Oraya git. Onu kesinlikle orada bulursun.”

      Mösyö Mabeuf doğrulduğunda artık kimse yoktu, kız ortadan kaybolmuştu. Kesinlikle çok korkmuştu.

      “Gerçekten.” diye düşündü. “Bahçem sulanmasaydı, onun bir ruh olduğunu düşünürdüm.”

      Bir saat sonra yatağındayken aklına geldi ve uykuya dalarken düşündüğü o karışık anda, denizi geçmek için balığa dönüşen o masalsı kuş gibi yavaş yavaş hayal kurmaya başladı. Derin uykuya dalmak üzereyken şaşkın bir şekilde kendi kendine şöyle dedi: “Aslında bu, Rubaudière’in cinler hakkında anlattıklarına çok benziyor. Bir cin olabilir miydi?”

      IV

      Marius İçin Bir Hayal

      Mabeuf Baba’nın o hayaleti gördüğü günden birkaç gün sonra, bir pazartesi sabahı, Marius o günlerde Courfeyrac’tan yirmi frank borç almış, cebine bu parayı koymuş ve cezaevine gitmeden önce, her zamanki gibi Tarla Kuşu Çayırı’ndan geçmek için yolunu uzatmıştı. O, gezintinin kendisine çalışma isteği vereceğini düşünüyordu. Aslında artık sürekli böyle oluyordu. Yataktan çıkar çıkmaz genç adam kalemine sarılıyor ve kitabıyla bir beyaz kâğıdın önüne oturarak kendisini çeviri yapmaya hazırlıyordu. Çünkü o sıralarda kendisine gerçek anlamda önemli bir iş verilmişti. Fransızcaya çevirmesi için Alman savaşındaki bir çekişmenin, Gans ve Savigny’nin tartışmasını çevirmesini istemişlerdi. Eline Savigny’yi alıyor, bırakıyor; Gans’ı alıyor, birkaç satır okuduktan ve onu da bir kenara atmadan önce birkaç satır yazmak istiyor ama kâğıtla kendisi arasında bir yıldız görüyordu. Sonra kitabı bir kenara bırakıp yerinden kalkıyor: “Gidip biraz hava alayım, açık hava iyi gelir, dönünce çalışırım.” diyerek çalışmasını yarıda bırakıp doğrudan Tarla Kuşu Çayırı’na gidiyordu. Orada yıldızları görüyor ve geç saatlere kadar oyalanıyordu. Odaya geri geldiğinde yine kitaplarının başına dönüyor ancak tek bir satır dahi yazamıyordu. Beyninde kopan o iplikleri birbirine bağlaması mümkün değildi. Sürekli olarak kendi kendine, “Yarın bir daha çıkmayacağım, kesinlikle çalışmam engelleniyor.” diye söyleniyor ancak ertesi sabah kendisine hâkim olamayarak yine dışarı çıkıyordu. Aslında Courfeyrac’ın evinden çok Tarla Kuşu Çayırı’nda yaşıyordu. Gerçek adresi buydu: Santé Bulvarı, Croulebarbe Sokağı’nı geçince yedinci ağaç. O sabah yedinci ağaçtan inmiş ve Gobelins Çayı’nın korkuluklarına oturmuştu. Neşeli bir güneş ışığı, yeni açılmış ve parlak yapraklara nüfuz ediyordu. “Onun” hayalini kuruyordu. Ve düşünceleri bir siteme dönüşerek kendi üzerine düştü; aylaklığını, üzerine çökmekte olan ruh felcini ve artık güneşi bile göremeyecek kadar önünde her an daha da yoğunlaşan o geceyi hüzünle düşündü. Yine de bir monolog bile olmayan belirsiz fikirlerin bu acı verici kurtuluşunun karşısında, eylem onda çok zayıflamıştı ve artık umutsuzluğa kapılma gücü kalmamıştı. Bu melankolik emilme karşısında, dışarıdan gelen duyumlar ona ulaşıyordu. Arkasında, altında, ırmağın iki kıyısında çamaşırlarını döven Gobelinsli çamaşırcı kadınları ve başının üstündeki karaağaçlarda kuşların cıvıltısını ve şarkısını duyabiliyordu. Bir yanda özgürlüğün sesi, kanatları olan boş zamanın umursamaz mutluluğu; diğer yanda ise çalışmanın sesi kulaklarında çınlıyordu. Derin bir şekilde düşündüğü ve içinde sürekli tekrarladığı şey, iki neşeli sesti. Bir anda karamsarlığının ortasında, tanıdık bir sesin şöyle dediğini duydu:

      “Şuraya bak! İşte burada!”

      Gözlerini kaldırdı ve bir sabah kendisine gelen o sefil çocuğu, Thénardier kızlarının en büyüğü olan Éponine’i tanıdı; artık adını biliyordu. Söylemesi garipti ancak kız gitgide daha da fakirleşip güzelleşmişti. Çıplak ayaklı ve paçavralar içinde, odasına kararlı bir şekilde girdiği günkü gibiydi. Şimdi sadece paçavraları iki ay daha fazla eskimiş, üzerlerindeki delikler daha da büyümüş ve daha iğrenç bir hâle gelmişti: aynı sert ses, bronzlukla solmuş ve kırışmış aynı kaş; aynı özgür, vahşi ve kararsız bakışlar… Ayrıca yüzünde eskisinden daha fazla, tarif edilemez bir şekilde dehşete düşüren ve içler acısı bir şey vardı. Bu da onun görüntüsüne çok daha fazla sefillik katıyordu. Saçında çer çöp ve saman parçaları vardı, Ophelia gibi Hamlet’in çılgınlığının bulaşmasından delirdiği için değil; bir ahırın çatı katında uyuduğu için bu kadar darmadağın hâldeydi. Ve her şeye rağmen yine de çok güzeldi. Sen nasıl bir yıldızsın, ey gençlik! Bu arada, solgun yüzünde bir neşe izi ve gülümsemeyi andıran bir şeyle Marius’ün önünde durmuştu. Birkaç dakika konuşamayacakmış gibi bekledi.

      “Yani sonunda seninle karşılaşabildim!” dedi uzun uzun. “Mabeuf Baba haklıymış, buradasın! Seni arayıp duruyordum! Sadece nerede olduğunu bilmek için sürekli seni aradım. Biliyor musunuz, bir ıslahevinde kaldım. On beş gün! Beni dışarı çıkardılar! Bana karşı hiçbir kanıt olmadığını ve dahası, tutuklanacak yaşta olmadığımı görünce bıraktılar beni. İki ay ortalarda yoktum ama ah, seni bulmak için sürekli oralarda dolandım! Demek artık orada yaşamıyorsun?”

      “Hayır.” dedi Marius.

      “Ah! Anlıyorum. O olaylar yüzünden. Hiç hoş olaylar değildi. Ama artık her yer temiz. Geri dönebilirsin! Neden böyle eski şapkalar takıyorsun? Senin

Скачать книгу