Скачать книгу

gelişmeyi yürekten istiyorlardı. Ellerinde balta, yarı çıplak, paçavralar içerisinde darmadağın adamlar; resmen kükreyerek isteklerini dile getiriyorlardı. İşte onlara yabancı, belki de yadsınamaz biçimde vahşiler diyebilirdiniz. Barbarlara benzeseler de kurtarıcı olan bu kişiler; bu hakkı saldırarak, şiddetle insanoğlunun gözünü korkutarak, şiddetle tehdit ederek elde etmeye çalışıyorlardı. Yüzlerinde gecelerin maskesi vardı fakat ışıkla dileniyorlardı. Bir de onların karşılarında duran başka bir grup daha vardı: Saten işlemeli ve dantelli elbiseler içinde, beyaz tüylerle süslü, ellerinde sarı eldivenler, ipek çorap ve rugan pabuçlar giyinmiş bu kişiler mermer bir ocağın korunması için uysal bir sesle direnirlerdi. Bunlar Orta Çağ prensiplerinin, ilahi hakkın, cehaletin, tutsaklığın, idam cezalarının sürmesi için üsteliyorlardı ve kılıçtan, insanların diri diri yakılmalarından ve darağacından yanaydılar. Bize gelince seçme hakkımız olsa bu uygarlık vahşileriyle, barbarların uygarları arasında, muhtemelen bu barbar olan grubu tercih ederdik. Neyse ki insanoğlunun ne ileri ne de geri dönüşü mecburi olmadığından ne zorbalığı ne de şiddeti içerir, Tanrı’ya başka bir alternatif daha bulunmaktadır. Bizler elbette ki ilerlemeye taraftarız ancak bunu sükûnetle yapmayı istiyoruz. Ve düşünülecek olursa Tanrı da bunu sağlamaktadır zaten… Ne zorbalık ne de şiddet.

      İlerleme yanlısıyız ama uysalca.

      VI

      Enjolras ve Teğmenleri

      Enjolras, o günlerde muhtemel bir isyanı dikkate alarak gizlice bir araştırma girişiminde bulundu ve Kafe Musain’e gitti. Enjolras, konuşmasına gizemli bazı metaforlar yerleştirerek konuştu:

      “Nerede durduğumuzu ve kime güvenebileceğimizi bilmemiz yerindedir. Savaşçılar gerekliyse sağlanmalıdır. Vuracak bir şeye sahip olmamız kimseye zarar veremez. Yolda boğalar varken yoldan geçenlerin boynuzlanma olasılığı, boğaların olmadığı zamana göre her zaman daha fazladır. Bu nedenle, sürü üzerinde biraz düşünelim. Kaç kişiyiz? Bu görevi yarına ertelemek söz konusu değil. Devrimciler her zaman acele etmelidir, ilerlemenin kaybedecek zamanı yoktur. Beklenmedik şeylere güvenmeyelim. Hazırlıksız yakalanmayalım. Yaptığımız tüm dikişlerin üzerinden geçmeli ve sağlam olup olmadıklarına bakmalıyız. Bu iş, bugün sonuçlanmalı. Courfeyrac, Politeknik Okulu öğrencilerini göreceksin. Dışarı çıkmak için onların günüdür. Bugün çarşamba. Feuilly; sen de Glacière’dekileri göreceksin, değil mi? Combeferre bana Picpus’a gideceğine söz verdi. Orada mükemmel birçok grup olacak. Bahorel, Estrapade’ı ziyaret edecek. Prouvaire, duvarcılarla konuşacak; bize Grenelle-Saint-Honoré Caddesi locasından haberler getireceksin. Joly, Dupuytren’in klinik dersine gidecek ve tıp fakültesinin nabzını tutacak. Bossuet mahkemede biraz dolaşacak ve genç hukukçularla konuşacak. Cougourde’un sorumluluğunu kendim alacağım.”

      Courfeyrac: “Her şey tamam o zaman.” dedi.

      “Hayır.”

      “Başka ne var?”

      “Çok önemli bir şey.”

      “Nedir?” Courfeyrac sordu.

      “Maine Kapısı.” diye yanıtladı Enjolras. Enjolras bir an derin düşüncelere dalmış gibi kaldı, sonra devam etti:

      “Maine Kapısı’nda heykeltıraşların atölyelerinde mermerciler, ressamlar ve kalfalar var. Hevesli bir ailedir ancak soğumaya da eğilimlilerdir. Bir süredir onlara ne olduğunu bilmiyorum. Başka bir şey düşünüyorlar. Azimlerini kaybetmiş gibiler. Zamanlarını domino oynayarak geçiriyorlar. Birinin gidip onlarla biraz konuşmasına acilen ihtiyaç var ama kararlılıkla. Richefeu’de buluşuyorlar. Saat on iki ile bir arasında orada bulunacaklar. Bu küller bir parıltıya dönüşmelidir. Bu iş için genel olarak iyi bir adam olan o dalgın Marius’e güvenmiştim ama artık bize gelmiyor. Maine Kapısı için birine ihtiyacım var. Hiç kimsem yok.”

      “Ya ben?” dedi Grantaire. “Ben varım.”

      “Sen mi?”

      “Ben.”

      “Sen cumhuriyetçileri bilinçlendireceksin! İlke adına soğuyan yürekleri ısıtacaksın!”

      “Neden?”

      “Bunu yapabilir misin?”

      Grantaire, “Bu yönde de becerilerim var.” dedi.

      “Hiçbir şeye inanmıyorsun.”

      “Sana inanıyorum.”

      “Grantaire, bana bir hizmette bulunacak mısın?”

      “Herhangi bir şey. Botlarını boyayayım mı? Ne istersen!”

      “Pekâlâ, işlerimize karışma. Ayık kal sadece.”

      “Sen bir nankörsün, Enjolras.”

      “Maine’e gidecek adam sen misin? Yapabilirsin, öyle mi!”

      “Ben Grès Sokağı’ndan inebilir, Saint-Michel Meydanı’nı geçebilir, Monsieur-le-Prince Sokağı’ndan sapıp Vaugirard Sokağı’na girebilir, Carmes Manastırı’nı geçebilir, Assas Sokağı’ndan dönebilirim. Cherche-Midi Sokağı’na ulaşmak, arkamda Conseil de Guerre’yi bırakmak, Vieilles-Tuileries Sokağı’ndan yürümek, bulvarı uzun adımlarla geçmek, Chaussee du Maine’i takip etmek, kapıyı geçmek ve Richefeu’ye girmek için yeterince bilgim var. Ben bunu hallederim. Ayakkabılarım buna müsait.”

      “Richefeu’de buluşan şu yoldaşlar hakkında bir şey biliyor musun?”

      “Pek değil. Biz birbirimize sadece senin gibi hitap ediyoruz.”

      “Onlara ne söyleyeceksin?”

      “Onlara Robespierre’den, Danton’dan bahsedeceğim. İlkelerden söz edeceğim.”

      “Sen mi?”

      “Ben. Ama buna pek güvenemiyorum. Başladığımda çok kötüydüm. Prudhomme okudum, Toplum Sözleşmesi’ni biliyorum. İkinci yılın anayasasını ezbere biliyorum. ‘Bir yurttaşın özgürlüğü, başka bir yurttaşın özgürlüğünün başladığı yerde biter.’ Beni vahşi mi sanıyorsun? Çekmecemde cumhuriyetin eski bir kâğıt parası var. İnsan hakları, halkın egemenliği, elbette! Hatta biraz Hébertist’im. Altı saat boyunca en mükemmel gevezeliği yapabilirim, izleyip gör.”

      “Ciddi ol.” dedi Enjolras.

      “Ben müthişim.” diye yanıtladı Grantaire.

      Enjolras birkaç dakika düşündükten sonra kararlı bir işaret vererek: “Grantaire.” dedi ciddi bir tavırla. “Seni denemeye razıyım. Maine’e gideceksin.”

      Grantaire, Kafe Musain’in çok yakınındaki mobilyalı pansiyonlarda yaşıyordu. Dışarı çıktı ve beş dakika sonra geri döndü. Eve Robespierre yeleği giymek için gitmişti. İçeri girerken “Kırmızı!” dedi ve dikkatle Enjolras’a baktı. Sonra enerjik avucuyla yeleğin iki kırmızı ucunu göğsünün üzerine koydu.

      Ve Enjolras’a yaklaşarak kulağına fısıldadı:

      “Rahatla.”

      Kararlı bir şekilde şapkasını taktı ve gitti.

      On beş dakika sonra, Kafe Musain’in arka salonu boşalmıştı. ABC Dostlarının hepsi Enjolras’ın kendilerine verdiği görevi yapmak için ayrılmışlardı. Kendisine en zor görev olan Cougourde’yu ayıran delikanlı, en son çıktı. Aix şehrinin Cougourde Topluluğu’ndakiler Paris’te olduklarında, şehir dışındaki tenha taş ocaklarında toplanırlardı. Enjolras, Issy Çayırı’na doğru gitti. Bu randevu yerine giderken Enjolras, durumu aklında inceliyordu. Olan bitenin ciddiliği apaçık ortadaydı. Bir tür toplumsal salgının belirtileri olan olaylar el altından ilerlerse en küçük bir kargaşa onlara engel olur,

Скачать книгу