Скачать книгу

karısı uzun zamandır oturduğu yatağın üzerinden bir hışımla kalktı, bu sırada kocası sanki sandalyeyi kıracakmış gibi eline aldı ve karısına “Olduğun yerde kal!” diye emrederek yeniden yaşlı adama döndü:

      “Elbette sizin gibi zengin insanlar bizlere her zaman böyle haydut derler. Ben param olduğunu söylemiyorum, battım, sıfırı tükettim. Şu anda ne bir lokma ekmek ne bir ateş yakmak için kömür alabilecek param var. Meteliğe kurşun atıyorum ve hırsızlık yapıyorum. Bana ister haydut de ister başka bir şey, umurumda değil; üç gündür açım ben! Sizin gibi ayaklarımızda sıcak ayakkabılarımız, üzerimizde kürklerimiz yok bizim. Biz sizler gibi evlerinde hizmetçileri olan, her gün etle beslenen insanlar değiliz. Siz havanın soğuk olup olmadığını içerideki derecenizden öğrenirsiniz, bizse onu iliklerimize kadar yaşarız. Sonra sizin gibiler evlerimize gelip bu şekilde davrandığımız için bize haydut der ve bizi aşağılar. Ben de bir zamanlar zengin ve saygıdeğer bir adamdım, soyluydum, şehirli bir beyefendiydim, itibarım vardı benim ama sizin geçmişinizin hiç de öyle olduğunu sanmıyorum.”

      Öfkeden yüzü resmen mosmor kesilmişti, bir süre susup sonrasında kapının önünde duran adamlara doğru bakarak: “Görüyor musunuz, utanmadan bir de kendisini haklı çıkarıp bana hakaret etmeye çekinmiyor.” dedi.

      Sonra tekrar ihtiyar adama dönerek daha da coşkuyla konuşmasına devam etti: “Beni iyi dinleyin, hayırsever velinimetim! Ben öyle kimliğini saklayan, ne olduğu belirsiz biri değilim. Ben evlere girip çocukları kaçıran bir hırsız değilim. Ben eski bir Fransız askeriyim. Waterloo’da savaştım, hatta baron olan bir generalin hayatını bile kurtardım. Adam gerçi bana adını söyledi ama o lanet olası sesi, o kadar fersiz çıkıyordu ki sadece ‘Teşekkürler!’ dediğini duydum. Oysa bana teşekkür edeceğine ismini söylese daha iyi ederdi. En azından onu bulmama yardımcı olurdu. Şu gördüğünüz tabloyu o yaptı. Tablodaki kim biliyor musunuz? Benim o kişi, işte o generali taşıyorum sırtımda. David o kadar duygulanmıştı ki benim o kahramanlığımı sonsuza kadar sabitlemek istedi. Gördüğünüz gibi mermilere karşı siper olup onu kurtarıyorum. İşte bütün hikâye. Oysa adam da işe yaramazın biriydi. Bana ne yapmıştı ki? Fakat yine de kendi canımı hiçe sayarak onu kurtardım. Neyse, yeter artık, çok konuştuk, işimize dönelim! Bana para lazım, hem de çok para lazım! Ya bana bu parayı verirsin ya da seni burada öldürürüm.”

      Marius biraz olsun kendisini toparlayabilmişti. Artık hiç kuşkusu kalmamıştı; bu, babasının vasiyetnamesinde yazılı olan adamdı. Ama şimdi de büyük bir öfkeyle titriyordu Marius, bu adam nasıl oluyordu da babası hakkında böylesine saygısızca konuşmaya cüret edebiliyordu? Bu adam kesinlikle aşağılık ve korkunç bir canavardı. İhtiyara satmak istediği, o “harika” diye nitelendirdiği, güya değerli olduğunu söylediği Ressam David’in yaptığı tablo ise okurumuzun tanıdığı o meyhane levhasıydı. Bunu kendisi çizmişti. Montfermeil’deki handan ayrılırken yanında taşımıştı o çirkin şeyi.

      Marius deliğin önünde kimse olmadığından resmi iyice görebiliyordu artık; tozu dumana karışmış bir savaş meydanında, adamın biri sırtında bir yaralıyı taşıyordu. Bu Thénardier ile Pontmercy’nin yer aldığı resimdi. Marius bu resimde babasını canlı görür gibi oldu, ona göre bu bir meyhane levhası değildi. Bu, tekrar canlanan babasıydı. Bir mezar aralanıyor, bir hortlak dışarı süzülüyordu. Marius kalbinin deli gibi attığını duydu. Waterloo topları kulaklarında gürledi. Tablodaki gibi ağır yaralı, kanlar içindeki babasının resmine baktı; sanki onun da kendisine baktığını düşünüyordu o anda.

      Thénardier biraz dinlendikten sonra ihtiyara dikti gözlerini ve kısık bir sesle: “Söyleyecek son bir sözün var mı? Ölmeden önce son sözlerini duyayım!”

      Mösyö Leblanc hâlâ sakinlik ve sessizliğini korumaya devam ediyordu. Bu sessizliğin ortasında, çatlak bir ses koridordan bu kasvetli ortamda çınladı:

      “Odun kırmak gerekiyorsa buradayım.” Bu, şimdi elinde bir kasap baltası tutan o iri yarı adamdı. Aynı anda devasa, kıllı ve kirli bir yüz kapıda belirdi; pis dişlerini göstererek korkunç bir kahkaha attı.

      “Maskeni neden çıkardın sen?” diye bağırdı öfkeyle Thénardier.

      “Eğlence olsun diye!” dedi korkunç adam.

      İhtiyar adam birkaç dakikadır Thénardier’nin tavırlarını ilgiyle izliyordu. Kendi öfkesinin huzursuzluğuyla adam odanın içerisinde sürekli dolaşıyordu. Kendisine yardımcı olacak haydutların bulunması, silahsız birini tuzağa düşürme mutluluğu, bire karşı dokuz kişi olmanın sarhoşluğuyla kendinden geçmiş bir zafer edası vardı yüzünde. Baltalı adamla konuşmak için arkasını döndüğünde ihtiyar adam onun bu dalgınlığından faydalanmak istedi, bir tekmeyle sandalyeyi devirdi ve atak bir hareketle pencereye tırmandı. Camı açmak, dışarı atlamak, bir bacağını dışarı çıkarmak sadece birkaç saniyesini almıştı ve tam aşağıya atlamak üzereydi ki madenciler güçlü elleriyle adamı geri çektiler. Thénardier’nin karısı yaşlı adamı saçlarından yakalarken koridordaki diğer haydutlar da içeri koştu, yataktaki yaşlı haydut bile elindeki keserle onların yanında yerini aldı. Madencilerden birinin yüzü mumla aydınlanmıştı. Marius, Panchaud’yu tanıdı. Adam elindeki bir topuzu ihtiyarın başına doğru salladı. Marius artık bu kadarına dayanamadı. İçinden şunları geçirdi:

      “Babam, beni affet!”

      Tam tetiğe basıyordu ki Thénardier’nin sesi geldi: “Sakın ona zarar vermeyin!”

      Kurbanın bu umutsuz girişimi Thénardier’yi çileden çıkarmak şöyle dursun, sakinleştirmişti. İçinde iki adam vardı sanki: Biri vahşi, diğeri ise hünerli olan. O ana kadar kıpırdamayan avın karşısında vahşi adam galip gelmişti, kurban mücadele edip direnmeye çalıştığında becerikli adam yeniden ortaya çıktı ve üstünlüğü ele geçirdi.

      “Sakın ona zarar vermeyin!”

      Bu tavrı, Marius’ün biraz daha beklemesi gerektiğini düşünmesine neden oldu. Kim bilir; belki şansı yaver gider, “Ursule’ünün” babasını kurtarır ve aynı zamanda bunu kendi babasının kurtarıcısını yakalatmak suretiyle yapabilirdi. Müthiş bir çatışma başladı, ihtiyar adam tek yumrukla yaşlı serseriyi yere devirdi ve elinin tersiyle üstüne çullanmak isteyen iki hırsızı da geriletti. Fakat arkada bekleyen dört haydut onu kıskıvrak yakalamış; ihtiyar adam, bu haydut sürüsünün altında ezilip kalmıştı.

      Aralarından biri, onu en yakın yatağa yatırdı ve hareket etmesini önlemek için eliyle bastırmayı denedi. Hancı kadın hâlâ saçlarını çekiştiriyordu. Thénardier, “Sakın sen bu işe karışma!” dedi. “Şalını yırtacaksın.”

      Dişi kurdun erkek kurda itaat etmesi gibi, Thénardier homurdanarak itaat etti.

      “Şimdi!” dedi Thénardier. “Üzerini arayın dostlar!”

      Mösyö Leblanc direniş fikrinden vazgeçmiş gibiydi. Onun üzerini aradılar. Üzerinde altı franklık deri bir kese ve mendilden başka hiçbir şey yoktu. Thénardier mendili kendi cebine koydu.

      “Ne! Üzerinde cüzdan yok mu?” diye sordu.

      “Hayır, saat bile yok.” diye yanıtladı madencilerden biri. Büyük anahtarı taşıyan maskeli adam, bir vantrilok sesiyle “Boş ver.”

      diye mırıldandı. “O, sert bir yaşlı adam.” Thénardier kapının yanındaki köşeye gitti, bir demet ip aldı ve adamlara fırlattı.

      “Yatağın ayağına bağla.” dedi.

      Ve ihtiyar adamın yumruğunun darbesiyle odanın diğer ucuna uzanan ve hiç hareket etmeyen yaşlı adamı görünce ekledi:

      “Boulatruelle öldü mü?”

      “Hayır.”

Скачать книгу