Скачать книгу

yaklaşık beş saatlik bir uyku çekmiştim, böylece tahminlerime göre ana meridyenin gece yarısı döneminde uyanmıştım. Gayet iyi uyumuş olmak, kahvaltı için iştahımı da açmıştı ve pratik bir şekilde düzenli olarak yaptığım işlerle meşgul olmak beni sakinleştirmişti. İlk hedefim, etraf aydınlandıktan sonra Dünya’nın henüz keşfedilmemiş çöllerinin en çılgınından çok daha tuhaf, tanıdık olmayan ve bilinmeyen alanlara girmeyi güvenli hâle getirmek, mekikten çıkmaya hazır olduktan sonra şu anda solumakta olduğum atmosferin karakterini belirlemekti. Bu gezegen, dünyalı akciğerler için gerekli olan oksijeni içeriyor muydu? Nefes alınabiliyorsa hava benim yaşamımı sürdürmeme yetecek kadar yoğun muydu? Tıpayı, mekiğin içerdiği fazladan havayı pompaladığım boru şeklindeki Apergy’den çıkardım ve amaca yönelik olarak ayarladığım sürgülü valfı, tüpe ayarlayarak, hava geçişini düzgün bir biçimde sağlayacak araçları küçük bir delikle değiştirdim. Bu basit çalışmanın zorluğu ve havanın muazzam dış basıncı, dış atmosferin gerçekten çok ince olduğunu gösteriyordu. Bunu bekliyordum. Mars’ın yüzeyindeki yer çekimi, Dünya’da olanın yarısından daha azdı; gezegenin toplam kütlesi iki ila on beş arasındaydı. Sonuç olarak, temel atmosferin kapsamı ve deniz seviyesinde bile yoğunluğu, ağır olan gezegenden çok daha hafifti. Hava pompasını Apergy boyunca güvenli bir şekilde donatmak, haznesini boşaltmak ve temel havanın doldurulmasına izin vermek için, Dünya’da 16.000 fit yükseklikte hâkim olana eşit bir basıncı bulmuş olmaktan dolayı mutluydum. Kimyasal testler, Dünya’daki dağların en saf havalarından biraz daha fazla oranda oksijen varlığını gösteriyordu. Bu nedenle, yoğun bir ortamdan hafif bir atmosfere geçiş çok aniden yapılmazsa ciddi bir yaralanma yaşanmadan yaşam sürdürebilirdi. Sonra yavaş yavaş iç atmosferin yoğunluğunu dışarıdan çok daha büyük olmayan bir şeyle azaltmaya karar verdim. Bu amaçla hava pompası aparatını söktüm ve neredeyse tama yakın konumdayken vanayı kapattım, yirmide bir inçte kısmen bir açıklık bıraktım. Sessizlik, şimdiye kadar duyduğum en keskin ve en yüksek ıslık sesiyle kesintiye uğramıştı; mekiğin yoğun bir şekilde sıkıştırılmış havası, tüm gemi boyunca, tıpkı boğulacağını hissederek dehşet içerisinde çırpınan bir kuşun kanat çırpışı gibi sesler çıkararak büyük bir kuvvetle dışarı fırlıyordu. Apergy açıklığının farkına rağmen basınç göstergesi şaşırtıcı bir hızla düştü ve birkaç dakika içinde yaklaşık 24 barometrik inç ölçümü belirdi. Daha sonra içeri girdiğim pencerenin etrafındaki çimentoyu gevşetmeye ve çıkışım için hazırlanmaya devam ederken bir süre hava çıkışını kontrol ettim. Yumuşak kumaştan yapılma atletimin üzerine, köşeleri Mahratta dokumasıyla çevrilmiş ve yakın mesafeden ateşlenen üç karabina mermisi ile vurulduğu belli bile olmayan ince dokunmuş zırhlı gömleğimi geçirerek, belime Kalabriyen hançerimi taktım. Bunların üzerie gri çuhadan bir takım giydim, soğuk, nemli ve aynı zamanda Alp atmosferinde dik olarak parlayan güneşin ısısını muhafaza edebilecek kadar sağlam hazırlanmış yün çoraplarımın üzerine bir çift sağlam bot giydim. Mekiğin tavanından ilk şafak ışınları yükselmeden önce, yaklaşık 17 inçte atmosfer basıncını neredeyse eşitlemeyi başardım. Birkaç dakika sonra geminin durduğu yerde, yaklaşık iki yüz metre çevresi olan platformun üzerine çıktım. Etrafımdaki sis hızla dağıldı; ancak beş yüz fit aşağıdaki her şey hâlâ sisin altında saklıydı. Üç tarafta inişe mâni olacak dik uçurumlar yürümeyi engelliyordu; dördüncü tarafta dik bir yamaç vardı, en azından gözüme ilerlememe olanak sağlayacak uygunlukta bir yol gibi görünüyordu. Kuşlarımdan daha zayıf ve daha küçük olanları taşınabilir kafeslere yerleştirdim ve sonra güçlü kanatlı bir guguk kuşunu çıkarıp onu uçurumun üzerine atarak deneyime başladım. İlk başta neredeyse bir taş gibi yere düştü; ama sisin içinde görüş açımdan tamamen kaybolmadan önce kanatlarını açtığını ve gayet rahat biçimde uçabildiğini görmek benim için gerçekten bir zevkti. Sis yavaş yavaş çözülürken, artık inişime başlamak, kuş kafeslerimi taşımak ve daha birçoğu sürekli olarak bana yapışan daha büyük kuşları kovmak için cesaretimi topladım. Sırtıma, tekrar yükleme yapmama gerekene kadar on altı atış yapabileceğim şekilde doldurduğum tüfeğimi astım, kemerime deri kılıfının içinde, her iki yüzü de gayet keskin olan kılıcımı taktım. Zirvenin yaklaşık 1000 metre altında, aynı yönde daha fazla ilerlemenin yüzlerce metre ani ve geçilmez bir yarıkla engellendiği bir noktaya ulaşıncaya kadar kolay olmasa da o yolda ilerledim. Bununla birlikte yolun, dağın yamacına bakan sağ tarafı güvenli ve yeterince doğrudan bir iniş sağlamaya yeterliymiş gibi görünüyordu. Güneş tam bir saattir ufkun üzerindeydi ve sis neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. Yine de bir mesafeden ve hızlı hareketle, tanıdığım herhangi bir şeye benzemeyen iki ya da üç uçan böcek sürüsü haricinde hayvan hayatının hiçbir belirtisini görmedim. Çoğunlukla küçük olan bitki örtüsü sarımsı bir renkteydi, çiçekler genellikle kırmızı, sık sık yeşil ve beyaz örnekleri ile değişiyordu; ancak beyaz renk, kar konusunda bahsetmiş olduğum açıklamada olduğu gibi kremsi bir renk tonu sunuyordu. Bu noktada art arda kuşlarımı serbest bırakmaya başladım. Artık çok daha güçlü ve daha cesurca aşağıya doğru uçuyor ve kısa sürede ortadan kayboluyorlardı; en zayıf, titrek ve ürkek olanları, açıkçası atmosferin inceliğinden muzdarip olduklarından ya üzerimde asılı kalmışlar ya da kafeslerine tünemişlerdi.

      Şimdi üzerine düşündüğüm sahne son derece yeni ve çarpıcıydı. Gökyüzü, yeryüzünün benzer enleminde sahip olduğu parlak mavisi yerine, gözüme soluk yeşil bir ton sunuyordu, kontrast etkisinin ılıman bölgelerimizdeki bir gün batımının altın ve gül renkli bulutları arasında ayırt edilen berrak gökyüzünün küçük bir kısmına attığı zeytin tonuna çok benziyordu. Güneş’in yakın çevresinden uzaklaştırılmış olsa da hâlâ kuzeydoğu ve güneydoğu ufkunun etrafında asılı kalmış olan buhar kümeleri, dünyevi bir alaca karanlığa özgü tonlardan çok daha derin olan koyu kırmızı ve altınla renklendirilmişti. Güneş, çıplak gözle bakıldığında, hasat ayımız kadar belirgin derecede altın rengine sahipti ve tüm manzara, karasal doku, hava ve gökyüzü, altın sarısı ile yıkanmış gibi görünüyordu ve genellikle zengin bir sarı renk tonu camdan görüldüğünde dünyevi manzaralara özgü o sıcak yaz yönünü gözler önüne seriyordu. Temel atmosferinden, tüm doğal çıkarımlarıma güneş ışığına baskın bir sarı veya turuncu renk veren mavi ışınların emiliminin gerçekleştiğini görüyordum. Üzerinde durduğum küçük kayalık plato, tüm dağın yamacında olduğu gibi bu dağın ileri karakol olduğu menzilin uçlarıyla karşı karşıya duruyordu ve onları ayıran vadi, şimdiki konumumdan dolayı görünür değildi. Daha uzağa indiğimde manzaranın bu kısmına sırtımı dönmem gerektiğini fark ettim ve bu nedenle sunduğu yönün bu noktasında notlar almaya başladım. En göze çarpan nesne, uzaktaki gökyüzünde, gerçek seviyemin üzerinde bir yüksekliğe çıkan, tahminen 25.000 fitte ve elli mil mesafede duran bembeyaz bir tepeydi. Zirve kesinlikle daha açısal ve sivri, atmosferik etkilerle Dünya’daki dağlardan daha az yumuşatılmış gibi görünüyordu. Bunun ötesinde, en uzak mesafeden iki veya üç tepe daha yüksek görünüyordu, ancak elbette, bu noktadan sadece zirveleri görebiliyordum. Merkezî zirvenin bu tarafında, istasyonumun üç miline kadar uzandığı anlaşılan sürekli bir çift sırt, en yüksek rakım belki 20.000, en alçak çöküntüler ise 3000 fit oyuğa sahip biçimde, aşırı derecede düzensizdi. Sürekli kar yağışı var gibi görünüyordu, yukarıdaki birçok yerde, bu daha önce bahsettiğim sarı çizgi lekeleri ortaya çıkıyordu, bu noktada kesinlikle uzak ya da yakın her tarafın otsu bir bitki örtüsüyle kaplı olduğunu belirtmeliyim. Bitki örtüsünün alt eğimleri tamamen sarı veya kırmızımsı yapraklarla kaplanmıştı. Ormanlar ve kar çizgisi arasında, eğer böyle adlandırılabilirlerse geniş otlaklar veya çayırlar yer alıyordu, ancak Dünya’daki benzer bölgelerin çimenlerine benzeyen hiçbir şey görmedim. Gördüğüm

Скачать книгу