Скачать книгу

Fakat inceliği seven bakışlar daha çok sadelikten hoşlandığı için, ikinci kısım daha bir üstünlük kazanıyor. Mesela dolma, helva tabakları ve yenecek şeyler istif edilmiş olan sepet tertemiz bir hâlde arabanın en arkasına yerleştirilmiştir. Onun üzerinde mama dadı, onun üzerinde beyaz dadı, onun üzerinde bey, küçük beyden sonra küçük hanım, ondan sonra çatık çehreli büyük valide ile küçük anne yer almış bulunuyorlar. Arabacıyı sormayın: Kelle tıraşlı, üzerinde on tel püsküllü, kalıpsız, eski fes. Gerdan, surat bakır gibi. Sarışın bıyık, cılız mavi göz, buruşuk alın. Gerdandan sonra kırmızılı bir mintan, yelek gibi beyaz düğmeli. Belde yine kırmızı kuşak, sarı ile siyah arasında bir potur. Çorapsız ayaklara geçmiş, altı kerpiçeli34, yarım kunduralar. Elde kamçı, dudakları habire “cık, cık!” ediyor.

      Konuşabildiğini ispat etmek için de: Varda! Destur! diyor. Araba da şık: Uzunca bir kerevet. Tavanı kubbemsi, beyaz örtülü, örtünün yanları püsküllü.

      İçerisi şiltelerle, kar gibi çarşaf ve yastıklarla döşeli. Yürürken gıcırdıyor. Koştu mu, içindekilerde yerinde durmak kabil değil. Üzerinde bir zıplama. Sesler gayet titrek, arada bir çığlık: Küçük bey, dilini ısırmış, ağlıyor. Mama dadı şeker veriyor. Beyaz dadı gözyaşlarını siliyor. Büyük anne meraklanıyor; küçük anne, sussun diye çil kuruş sıkıştırıyor. Ablası: “Sus, ayıptır!” diye azarlıyor. Biçare sepet, şangırtı içinde, sallanıp duruyor. Şimdi, Fener’e gider misiniz? İşte, size bir mesire!

      6

      Köprü ile Kadıköy arasındaki mesafenin kaç mil olduğunu bilmiyordum. Ben, köyüme gidip gelen vapurların tam bir meşakkatle, konakları aşa aşa, yarım saatten önce varamadıklarını gördükçe şaşıyordum. Her ne kadar Kadıköy vapurları gazetelerin dilinde hantallığı gösteren özel işaret ve alametlerden ise de bunda mübalağa olduğunu sanıyordum. Geçen gün, bir münasebetle, yine o vapurlardan birinde bulunuyordum. Vapur hareket ettikten bir iki dakika sonra, bir velvele koptu. Küpeşte35 ye koşan koşana. Herkeste bir korku. Ne var diye, ben de seğirttim. Bakışlar, öteden beriye, dolu yelken gelen bir mavnaya dikilmiş, duruyor. “Aman, çarpışma olacak!” diyen diyene. Üstü başı oldukça temiz bir zata dedim ki: “Çarpışmadan bizim için ne tehlike var ki bu kadar korkuyorsunuz?”

      Adamcağız dikkatle yüzüme baktı, dedi ki:

      “Nasıl yok! Geçenlerde bunlardan biri vapurun çarkını hurdahaş etmiş.”

      Meğer, korkan sadece halk değilmiş. Kaptan da endişeli duruyordu. Başı, eli bir tarafta. Var kuvvetiyle “Turn right! (tornrayt), stop her! (stoper)36” diye bağırıyordu. Her ne hâl ise, kazayı, tehlikeyi atlattık. Yerlerimize oturduk. Artık, çarpışma üzerine açılan sohbetlerin haddi hesabı yok. Fakat içlerinde, tuhafça bir zat dedi ki:

      “Dikkat ettiniz mi?”

      “Ne gibi?”

      “Aman, dikkat ettiniz mi?”

      “Hayır.”

      “Bir daha dikkat edin. Kaptan tornrayt deyince makinelerden yukarıya doğru kesik kesik bir ‘Aman!’ sedası geliyor.

      Full speed (fulspiyd)37 dedi mi, bu ‘aman’lar biraz (Biraz mı ya!) hissedilecek derecede bir süratle tekrarlanıyor. İskeleye yanaştığımız zaman kaptan fazla acımaktan ‘İstop!’ dedi mi, bir ‘Ooh!’ sedasıdır çıkıyor.”

      Bu tarif çok yaman bir ustalık ve bütün tafsilatıyla yapıldığı için, epeyce gülüştük. Köye varışımıza yakın, gözüme, deniz üzerinde bir rıhtım başlangıcı göründü:

      “Bu nedir?” diye sorduğumda, “Liman ağzıdır.” dediler.

      “Neye yarayacak?” diye sordum.

      “Tamamlanırsa buraya yanaşacak vapurları ve öbür deniz vasıtalarını lodosun hücumlarından kurtaracak.” denildi. Fakat, bir yıldan beri ancak iki metrelik bir yer inşa edildiğini de eklediler.

      İdare-i Mahsusa38 ile Şirket-i Hayriye arasındaki uzlaşmazlık pek çok olsa gerek. Bu iki idare aralarında anlaşamadığından olmalıdır ki birbirinin iskelelerine uğramıyorlar. Mesela Kadıköy’den Sarıyer’e39 gidecek olan bir zat, Köprü’ye inip oradan Şirket-i Hayriye vapurlarına bindikten sonra gidiyor. Acaba bu iki idare, bu yolda bir müzakere etseler de belirli saatlerde Boğaziçi’ne, Kadıköy ve Adalar’a ve Kadıköy ile Adalar’dan Boğaziçi’ne birkaç posta işletseler olamaz mı? Böyle bir tedbirin ortaya koyacağı faydaları sayıp dökmeye lüzum yoktur sanırım.

      Kadıköy, büyüdükçe büyüyor. Birkaç sene içinde Haydarpaşa ile birleştiği gibi Zühdüpaşa Mahallesi’ne, Kızıltoprak’a doğru da kol atıyor. Fakat, şose namına bir şey yoktur, denilse yeridir. Hele, Haydarpaşa Rıhtımı hemen kalmamış denecek bir hâlde.

      Rıhtım, kıyı şehirlerinin âdeta intizam ölçüsüdür. İstanbul rıhtımlarının şehrimize verdiği yeni manzara ne kadar hoşa gidiyor. Fakat, Galata Rıhtımı boyunca yapılan salaşlar pek ziyade münasebetsiz. Çökme ve benzeri vakalar olmadan buraların titizlikle gözden geçirilmesi gerekir. Başka bir tuhaflık daha var: Her salaşın önünde güçlü kuvvetli birer garson. Herifler, ellerinde olsa gelip geçenlerin kollarından tutup zorla oturtacaklar.

      “Buyurun!” “Beyim!” “Efendim!” “Mösyö!” “Kirye!” “Oriste!”40 kelimeleri kulak patlatacak derecede şiddetli şiddetli aksediyor. Geçmek kabil değil, insan sıkılıyor. Bu garsonlar, daha önce Gümrük önü kebapçılarında çalışmış takımdan olacaklar. Onlar da aynı tarzda, aynı ağızdadırlar. Gözlerini, sırasıyla, geçenlerin gözlerine dikerler. Elleriyle de lokantanın kapısını gösterirler. Girmeye teşebbüs eder etmez sizi bırakıp ikinci bir müşteriye asılırlar. Ben bu hâllerden tiksindiğim için, daima, Yeni Cami tarafını seçerim.

      Sabahları, akşamüzerleri büyük caddelerde dalgın yürümek fena neticeler veriyor. Geçen gün yine rıhtıma gitmek üzere Bahçekapı önünden geçerken “Malumat!” diye kulağımın dibinde patlayan sesten ürktüm. Birdenbire döndüğüm sırada, müthiş bir sağanağa tutuldum. Bu sene yağmurların çokluğu dolayısıyla ıslanmaya alışmış olduğumuzdan, ilk anda, yağmurun inmeye başladığını sanarak şemsiye açmaya davrandım ise de Terkos borucularının41 cömertliği karşısında olduğumu anlayınca lahavle çekip yola devam ettim.

      7

      Lira, para denildi mi, zihnin gidişatı derhâl değişiyor. İnsan en tatlı düşüncesini birdenbire fikrinden kaydırarak vezne dairelerine, bankalara, köşe sarraflarına kadar girip çıkıyor. Alışverişte olan mutlak ehemmiyeti dolayısıyla paranın safa bahşeden tesiri, sinirleri bir hoş şekilde gevşetiyor; borçlanma meseleleri birer birer gözüküyor. Bildik sarrafların çehreleri, teker teker, ricacı bakışların önünden geçiyor. Matbaalardaki idare memurlarının iltifatlı yüzlerini görmeye bir hasret beliriyor, ödeme günlerinde, bir an evvel matbaadan çıkılıp da bize tahsis edilmiş olan o parayı cebe indirmek arzusu uyanıyor. Müdür bey veya efendiden bu husus sorulduğu zaman gayet tedbirlice verilen cevabın “evet” veya “hayır” gibi bir sonuç vereceği zamana kadar çekilen hafif, yürek oynatıcı ıstıraplar hatıra geliyor. Bazen idare memurunun verdiği kesik İngiliz liralarıyla Kremisler,42silik mecidiye ve çeyrekler43

Скачать книгу


<p>34</p>

Kerpiçe (karpiçe): Ayakkabı çivisi, kabara.

<p>35</p>

Küpeşte: Gemilerin güvertesini çepeçevre çeviren parmaklık.

<p>36</p>

Turn right! sağa kır; stop her! (durdurun!) anlamında,İngilizce denizcilik terimleri.

<p>37</p>

Full speed! (tam yol!) Denizcilik terimi.

<p>38</p>

İdare-i Mahsusa: O zaman İstanbul şehir hatlarının bir kısmı ile bazı memleket sularında vapur işleten başka bir şirket.

<p>39</p>

Sarıyer: İstanbul’da boğazın Rumeli yakası semtlerinden birisi.

<p>40</p>

Kirye: Bey, Oriste: ‘‘Buyurun!’’ anlamlarında Rumca hitaplar.

<p>41</p>

Terkos: İstanbul’un Terkos gölünden alınma su şebekesi.

<p>42</p>

Kremis: Avusturya altını.

<p>43</p>

Mecidiye ve çeyrek: Biri yirmi kuruşluk (beşte bir altın değerinde) öbürü beş kuruşluk gümüş para birimleri. (Bunların, çok kullanılmaktan dolayı silik ve altın veya gümüş miktarlarının eksilmiş olması gümüş ve altın değerlerini azaltıyor.)