Скачать книгу

geldiğimi ve bugün yüksek dağın zirvesine çıkacağımı düşündükçe umutlanıyordum.

      Üç dört saat süren, yavaş, sürekli ve ciddi bir tehlikeyle karşılaşmadığım bir tırmanıştan sonra kendimi bir yaylada, geçidin zirvesi olarak işaret edebileceğimiz buzula yakın bir yerde buldum. Onun üstünde bir dizi sarp uçurum yükseliyordu.

      Yalnızlık dayanabileceğimden daha büyüktü; ustamın otlağının tepesindeki dağ bile bu kasvetli, can sıkıcı yere kıyasla daha hareketli bir alandı. Üstelik hava ağır ve karanlıktı ki bu da yalnızlığımı daha dayanılmaz hâle getiriyordu. Her yer öylesine kar ve buz kaplıydı ki bunlarla kaplanmamış tek şey kapkara bir kasvetti.

      Her an kendi kimliğime dair içimde, çalılarda kaybolan kişilerin hissettiği umutsuzluk belirtisine benzer korkunç bir şüphe büyüdüğünü hissediyordum; geçmiş ve şimdiki varlığımın devamlılığına dair bir şüphe. Bu duyguya karşı şimdiye kadar savaştım ve onu yendim; ama bu gergin sessizlik ve bu vahşi doğanın kasveti artık fazlaydı; kendimi toplamak için gücümün azaldığını hissediyordum.

      Kısa bir süre dinlendim ve sonra buzulun alçak ucuna ulaşıncaya kadar sert zeminde ilerledim. Derken doğudan küçük bir göle inen başka bir buzul gördüm. Zeminin daha elverişli olduğu gölün batı kıyısı boyunca geçtim ve yarı yola geldiğimde karşı dağlardan görmüş olduğum ovaları görebilmeyi umdum; fakat sadece dağın o yanı zirveye kadar bulutlarla kaplandığı için bir şey göremedim.

      Derken kendimi birkaç metre önümü bile görmemi engelleyen soğuk, ince bir buharla örtülmüş olarak buldum. Sonra da içinde yarı yarıya kaybolmuş keçi izlerini -ve görünüşe göre bir yerde de onları bir köpek izlemişti- net olarak görebildiğim geniş bir kar birikintisine geldim. Çobanlar diyarına mı gelmiştim? Karla kaplı olmayan yerler zayıf ve taşlıydı. Öyle az yeşillik vardı ki ne bir patika ne de koyun izi göremedim. Yerlilerle karşılaşırsam bana nasıl davranacaklarını düşündükçe tedirgin olmaktan kendimi alamadım.

      Önümde beliren bulutlardan daha koyu objeler gördüğümü düşlemeye başladığımda bunu düşünüyordum ve siste dikkatli bir şekilde ilerliyordum. Birkaç adım ilerledim ve önümdeki bulut sisinin içinde gri, benden metrelerce yüksek olan, dikili hâlde korkunç büyük şekillerden oluşan daireyi gördüğümde beni tarifsiz bir korku aldı ve titremeye başladım.

      Bir süre sonra kendimi hasta ve çok üşümüş hâlde yerde otururken buldum. Sanırım bayılmıştım. Karanlığın arasında belli belirsiz duran ama tartışmasız insan şeklinde olan figürler vardı.

      Aklıma aniden bir şey geldi. Buraları ilk gördüğümde aklım bulanmasaydı ya da bulut onları benden saklamasaydı bu şey kesinlikle aklıma gelirdi; yani demek istediğim bunlar yaşayan şeyler değillerdi, sadece heykellerdi. İçimden elliye kadar sayamaya ve o zamana kadar hiç hareket görmezsem onların heykel olduklarına inanmaya karar verdim. Saymayı bitirip hiç hareket göremediğimde çok mutlu olmuştum. Bir daha saydım; yine hiçkıpırtı yoktu.

      Ürkekçe ileri doğru ilerledim ve bir an tahminimin doğru olduğunu gördüm. Chowbok’un benim onu yün ambarında sorguladığım günkü gibi oturan ve yüzlerinde aynı hain ifade olan kaba ve barbar figürlerin olduğu bir tür taş çembere gelmiştim.

      Hepsi oturuyordu. İki tanesi de düşmüştü. Barbardılar. Mısırlı, Asurlu, Japon barbarlardan farklıydılar ama bir yandan hepsine de benziyorlardı. İlk çağlardaki normal insan boyutlarından altı yedi kat büyük, yıpranmış ve yosun kaplıydılar. On taneydiler. Başları ve diğer yerleri karla kaplanmıştı.

      Her heykel dört ya da beş devasa bloktan yapılmıştı ama bunların nasıl dikildiğini ve bir araya getirildiğini ancak bunu yapan söyleyebilirdi. Herpsi birbirinden korkunçtu. Biri büyük acı ve umutsuzluktaymış gibi öfkeliydi; diğeri açlıktan zayıf ve bitap düşmüşe benziyordu; bir diğeri hem vahşi hem aptal görünüyordu ve yüzündeki o aptal gülümseme görülebiliyordu. Düşenlerden biri buydu ve bu düşüş çok gülünçtü. Hepsinin de ağzı az ya da çok açıktı, onlara arkadan baktığımda kafalarının oyulmuş olduğunu gördüm.

      Hastaydım ve soğuktan titriyordum. Yalnızlık zaten sinirimi bozmuştu ve böylesi korkunç bir vahşi doğada ve hazırlıksız olarak böyle zalim bir topluluğa gelmiş olmaya hiç hazır değildim. Ustamın merkezine dönmek için dünyada sahip olduğum her şeyi verebilirdim ama bu imkânsızdı. Kafam bozuluyordu ve geriye asla canlı dönemeyeceğimden emindim.

      Derken şiddetli ve uğultulu bir rüzgâr esti ve aynı anda heykellerden biri inledi. Korkuyla yumruklarımı sıktım. Kendimi kapana kısılmış bir sıçan gibi hissettim. Rüzgârın şiddeti arttı ve birkaç heykelden gelen ve koroya dönüşen inlemeler de keskinleşmeye başladı.

      O anda ne olduğunu anladım; ses o kadar dünya dışıydı ki beni hiç rahatlatmadı diyebilirim. Şeytanın insan dışı varlıkların kalplerine heykelleri tasarlamak için koyduğu şey, kafalarını bir çeşit org borusuna dönüştürmüştü, böylece ağızları rüzgârı yakalıyor ve rüzgâr eserken korkunç bir ses çıkarıyordu.

      İnsan ne kadar cesur olursa olsun bu yerde, o ağızlardan çıkan böylesi bir konsere tahammül edemezdi. Sise doğru kaçarken onları gözden kaybedinceye ve kafamı döndürdüğümde arkamdan gelen rüzgâr hayaletleri dışında bir şey görmeyinceye kadar ağzıma gelen her türlü hakareti sıraladım. Hayalet şarkılarını duydum ve sanki biri arkamdan gelip beni yakalayıp boğacakmış gibi hissettim.

      Şimdi, İngiltere’ye döndüğümde arkadaşlarımdan birinin orgla bana Erewhon’lu heykelleri hatırlatan, bu heykellerden bazı notalar çaldığını duydum. (Şu an girmekte olduğum ülkenin adı Erewhon’du.) Arkadaşım, Handel’in Litolf tarafından yayınlanan klavsen derlemelerini çalmaya başladığında o anlar net bir şekilde aklıma geldi.

      6. Bölüm

      Erewhon’un İçine Doğru

      Kendimi küçük bir su yolunu izleyen dar bir patikada bulmuştum. Kaçışım için kestirme bir yol bulduğuma çok sevinmiştim. Daha sonra düşündükçe insanların yaşadığı ama henüz bilinmeyen bir ülkede olduğumu anladım.

      Peki bu yerlilerin elinde kaderim ne olacaktı? Girişteki o iğrenç gardiyanlara kurban olarak mı sunulacaktım? Olabilirdi. Bu düşünceyle tüylerim ürperdi. Yalnızlık korkusu da bedenimi büsbütün sarmıştı. Öyle sersemlemiş, üşümüş ve mutsuzdum ki beynimde dolaşıp duran bir sürü düşünceden hiçbirisine tam anlamıyla sarılamıyordum.

      İleri doğru koştum. Daha fazla akıntı geldi. Derken bir köprüye geldim; birkaç çam kütüğü suya atılmıştı. Bu beni rahatlattı çünkü vahşiler köprü yapmazdı. Daha sonra, bunların hiçbirini kâğıda aktaramayacağımı düşündüm -belki de hayatımdaki en çarpıcı ve en beklenmedik andı- ki eğer hatırlarsam bunu memnuniyetle yapabileceğimi düşünüyorum.

      Bulutların seviyesinin altından parlak akşam güneşine çıktım. Kuzeybatıya bakıyordum ve güneş tam üzerimdeydi. Güneş ışığı içimi öyle açtı ki!.. Ama ne göreyim? Bu manzara, Musa, Sina Dağı’nın zirvesinde durduğunda ona gösterilen ve kendisinin girmesinin yasak olduğu söylenen vadedilmiş topraklar gibiydi.

      Güzel gün batımında gökyüzü kırmızı ve altın rengiydi; üstünde yüksek, kuleli ve yuvarlak kubbeli pek çok kasaba ve şehir olan düzlüklerin olduğu yerde gözden kaybolan mavi, gümüş ve mor; enfes ve huzur verici renkler… Altımda art arda tepeler, silüetler, kimi zaman güneş ışığının ardında kalmış gölgelik, kimi zaman da gölgelerin ardındaki güneşli alanlar ve sel sularının açtığı geçitler vardı.

      Geniş çam ormanları

Скачать книгу