Скачать книгу

zamandan yaklaşık dört saat yürüyerek ve iki üç tane daha köy geçerek hatırı sayılır bir kasabaya vardık, rehberlerim benim bir şeyleri anlamam için bir sürü çaba sarf ettiler ama ben tehlike altında olmadığım dışında pek bir anlam çıkartamadım.

      Okuyucuya şehri anlatarak lafı uzatmayacağım, sadece Domodossola ve Faido’yu9düşünmesini isteyeceğim. Kendimi başyargıcın karşısında bulduğumu ve onun emriyle ilk görmüş olduğum yakışıklı ve iyi görünümlü iki kişiyle beraber bir odaya getirildiğimi söylemem yeterli.

      Aslında, içlerinden bir tanesi açıkça çok hastaydı ve bastırmaya çalışmasına rağmen zaman zaman şiddetli bir şekilde öksürüyordu. Diğeri de solgun ve hasta görünüyordu ve neredeyse hiç konuşmuyordu;sorunun ne olduğunu anlamak imkânsız gibiydi.

      İkisi de yabancı olduğu belli olan biriyle karşılaştıklarına şaşırdılar. Bana yaklaşamayacak, benimle ilgili çıkarımlar yapamayacak kadar hasta görünüyorlardı. Bu ikisi ilk çağrılanlardı ve yaklaşık on beş dakika onları takip etmem istendi ki bunu hem korkarak hem merakla yaptım.

      Eyalet başkanı beyaz saç ve sakalı, bilge yüzüyle saygı uyandıran bir adamdı. Beş dakika boyunca gözlerini başımdan ayak ucuma kadar gezdirerek bana baktı; yukardan aşağı, aşağıdan yukarı. Bana bakmaya başladığından bitirdiği ana kadar kafası daha netleşmiş gibi görünmedi.

      Sonunda bana “Sen kimsin?” anlamına geldiğini sandığım tek bir kısa soru sordu. Oldukça sakin bir şekilde sanki beni anlayacakmış gibi İngilizce cevap verdim ve elimden geldiği kadar doğal olmaya gayret ettim. Daha da aklı karışmış gibi göründü ve sonra diğer ikisiyle birlikte çekildi.

      Sonra beni bir iç odaya götürdüler. Şef seyrederken yeni gelen iki adam beni soydu. Nabzımı ölçtüler, dilime baktılar, göğsümü dinlediler, bütün kaslarımı yokladılar ve her operasyonun ardından şefe bakıp kafa salladılar. Sonra oldukça memnun bir ses tonuyla sanırım iyi olduğum anlamına gelen bir şeyler söylediler.

      Hatta sanırım kanlanmış olup olmadığına bakmak için göz kapaklarımı bile çekip baktılar. En sonunda sanırım sağlığımın mükemmel olmasından ve de kuvvetliliğimden memnun oldular.

      Sonunda yaşlı başkan bana, beş dakika boyunca diğerlerinin çok yerinde bulur gibi göründüğü ama benim hiçbir şey anlamadığım bir konuşma yaptı. Sona erdiğinde çıkınımı ve ceplerimi yoklamaya devam ettiler.

      Yanımda hiç para olmadığından ya da onların isteyebileceği veya benim kaybetmekten rahatsız olacağım herhangi bir şeyim olmadığından bu bana biraz tedirginlik verdi. En azından öyle sandım ama sonra yanıldığımı anladım.

      Tütün pipoma çok şaşırmalarına ve beni onu kullanırken görmek istemelerine rağmen ilk başta rahattılar. Onlara nasıl kullanıldığını gösterdiğimde şaşırdılar ama hoşnutsuz değildiler; hatta kokuyu beğenmişe benziyorlardı.

      Çok geçmeden en iç cebime saklamış olduğum ve aramaya başladıklarında orada olduğunu hatırladığım saatime geldiler. Onu ellerine aldıklarında endişeli ve gergin göründüler. Sonra bana onu açtırıp nasıl çalıştığını göstermemi istediler; bunu yaptıktan sonra oldukça ciddi rahatsızlık işaretleri gösterdiler. Bu beni çok daha fazla huzursuz etti çünkü saatin onları hangi nedenle rahatsız etmiş olabileceğini anlayamadım.

      Onu ilk bulduklarında Paley’in aklıma geldiğini ve saati gören bir vahşinin onun icat edildiğini anlayacağını söyleyişini hatırlıyorum. Doğru, bu insanlar vahşi değildiler ama yine de varacakları sonun bu olduğundan emindim. Başpsikopos Paley’in ne kadar bilge bir adam olduğunu düşünürken yargıcın yüzündeki dehşet ve korku dolu ifadeyle kendime geldim. Saatimin bir icat değil; kendisini ve bütün evreni icat eden, öyle ya da böyle her şeyin meydana gelmesine neden olan şey olduğunu düşündüğünü gösteren bir ifadeydi bu.

      Daha sonra bu sahnenin hiç Avrupa medeniyeti görmemiş birilerinin olduğu bir yerde gayet normal olduğunu fark ettim ve beni böyle şeyler düşünmeye sevk ettiği için Paley’e gücendim. Ama daha sonra yargıcın yüzündeki ifadeyi yanlış yorumladığımı fark ettim. Bu korku değil, nefret dolu bir bakıştı.

      İki üç dakika boyunca sert ve ağırbaşlı bir şekilde benle konuştu. Sonra bunun faydası olmayacağını düşünerek beni birkaç geçitten geçirerek şehrin müzesi olduğunu anladığım büyük bir odaya getirdi. Burada beni daha önce gördüğüm her şeyden daha da çok şaşırtan bir görüntü yakaladım.

      Burası, içinde her çeşit antika olan mahfazalarla doluydu; iskeletler, doldurulmuş kuşlar ve hayvanlar, taş oymalar (Boyunda gördüklerimin sadece daha küçükleriydi.)… Ama odanın büyük kısmı her tür bozuk makine ile doluydu.

      Büyük parçaların kendi kapları ve üzerinde anlayamadığım karakterlerle yazılı etiketleri, hepsi kırık olan paslı buhar motoru parçaları vardı. Aralarında yerde yatan silindir, piston ve bir kırık motor volanıyla krankın bir parçasını gördüm.

      Ve yine oldukça eski, tekerlekleri paslanıp çürümüş bir vagon vardı; gördüğüm kadarıyla özellikle demir raylar için tasarlanmıştı. Gerçekten de günümüzün en ileri buluşlarından pek çoğunun parçaları vardı; ama hepsi de birkaç yüz yıllıkmış gibi görünüyorduve bulundukları yere bilgilendirmek için değil antika olarak konulmuşlardı. Daha önce söylediğim gibi, hepsi bozuk ve kırıktı.

      Pek çok kasa geçtikten sonra, sonunda birkaç saat ve iki üç eski kol saatinin olduğu bir kasaya geldik. Burada başkan durdu ve kasayı açarak benim saatimi diğerleriyle karşılaştırdı. Tasarımları farklıydı ama nesne apaçık aynıydı.

      Bunun üzerine bana dönüp sürekli kasadaki saatleri göstererek sert ve kırgın bir ses tonuyla bir konuşma yaptı. Ben ona saatimi alıp diğer saatlerin yanına koyabileceğini söyleyene kadar da sakinleşmiş görünmedi. Bunu yapınca biraz sakinleşti.

      İngilizce olarak -ton ve davranış olarak söylemek istediğimi anlatabileceğimi umduğum bir tonda- yanımda bilmeden kaçak bir şey getirdiysem özür dilediğimi; sıradan eşyalardan başka bir şeyimin olmadığını ve istemeden çiğnediğim bir yasa varsa saatimi bedel olarak verebileceğimi söyledim.

      Sonra yumuşamaya ve daha nazik bir üslupla konuşmaya başladı. Sanırım onu bilmeden kırdığımı gördü. Ama yine sanıyorum ki onu döndüren ana sebep benim ondan korkmuş görünmeyişimdi; üstelik oldukça da saygılıydım. Açık renk saç ve tenim için daha önce diğerlerinin de yapmış olduğu gibi işaretler yapmıştı.

      Sonradan anladım ki az görülen bir şey olduğundan açık renk saç büyük bir değer sayılıyordu ve ona sahip olan kimseler hayranlık duyulup kıskanılıyordu. Ne olursa olsun saatim benden alınmıştı; ama barış yapmıştık. Sonra muayene edildiğim odaya geri götürüldüm.

      Derken başkan benimle başka bir konuşma daha yaptı. Bunun üzerine kısa sürede kasabanın hapishanesi olduğunu anladığım yakındaki bir binaya götürüldüm ancak beni diğer mahkûmlardan ayrı bir yere koydular. Odada yatak, masa, sandalyeler, şömine ve yıkama tezgâhı vardı.

      Duvarlarla çevrili bir bahçeye inen, tek kat merdiveni olan ve bir balkona açılan başka bir kapı vardı. Beni odaya getiren adam, yemek için bir şeyler getirilmesini istediğimde aşağı inip bahçeye çıkabileceğimi işaret etti.

      Battaniyelerimi ve içine sardığım birkaç şeyi almama izin verilmişti ancak şu açıktı ki -sebebini uzunca bir süre hiçbir şekilde anlayamasam da- ben bir mahkûmdum.

      8. Bölüm

      Hapishanede

      Ve

Скачать книгу


<p>9</p>

İki İtalyan şehri.