Скачать книгу

heybetlilik birbirine yakındır; Chowbok’un yüzünün gülünç gaddarlığı tam olarak olmasa da bu sonuncuya yakındı.

      Eğlenmeye çalıştım ancak ona bakıp tam olarak ne yapmamacında olduğunu merak ederken saç diplerimi ve tüm vücudumu bir ürperti aldı. Bir dakika kadar böyle dimdik, taş gibi sert ve bu korkunç suratla kaldı.

      Sonra dudaklarından rüzgâr gibi yükselip alçalan ve sonradan iyice alçalıp bitene kadar devam eden bir titremeye dönüşen bir inleme geldi. Ardından ayağa fırladı ve iki elinin parmaklarını “on” sayısını işaret eder gibi ileri uzattı ama o an ne yaptığını anlayamadım.

      Ağzım açık kaldı. Chowbok balyaları hızlıca yerlerine yuvarladı, büyük bir korkuyla titreyerek önümde durdu. Yüzünden bilinmeyen ve insanüstü güçlere karşı korkunç bir suç işlemiş olan birinin doğal paniğiyle korkusu okunuyordu.

      Kafa salladı, anlaşılmaz bir şeyler söyledi ve tekrar tekrar dağları işaret etti. İçkiye dokunmasına izin vermezdim. Birkaç saniye sonra yün ambarının kapısından ay ışığına doğru koştu ve ertesi gün akşam yemeği vaktine kadar ortalarda görünmedi. Döndüğünde bana karşı mahcup bir hâli ve acınası bir nezaketi vardı.

      Bunun ne anlama geldiği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Emin olabildiğim tek şey yaptığının bir nedeninin olduğu ve bunun onun için kötü olduğuydu. Bana elindekinin en iyisini verdiğine inanmak, benim için yeterliydi. Bu, hayal gücümü, bana bütün bir saat boyunca bilgi dolu hikâyeler anlatmasından bile daha çok alevlendirdi. Büyük karlı dağların ne gizlediğini bilmiyordum ama keşfetmeye değer bir şeyler olduğuna dair şüphem kalmamıştı.

      Sonraki birkaç gün Chowbok’a karşı ilgisiz davrandım ve onu sorgulamaya istekli görünmedim. Ona “Kahabuka” diye seslendim ki bu onu daha da memnun etti. Benden korkar gibi görünüyordu ve benim emrimdeymiş gibi davrandı.

      Bu yüzden ben de kırpma biter bitmez keşfe başlayabileceğime karar verdim ve Chowbok’u da yanıma almanın iyi olabileceğini düşündüm. Ona birkaç günlük araştırma için yakın dağlara gitmek istediğimi ve kendisinin de gelebileceğini söyledim.

      Kendisine her gece rom2vereceğime söz verdim ve altın bulma şansımız olduğunu da aklına soktum. Korkacağını bildiğimden büyük dağdan hiç bahsetmedim. Onu götürebileceğim kadar bizim nehrin yukarısına götürebilirdim ve eğer mümkün olursa suyun kaynağını da arayabilirdik.

      Eğer çabam kadar cesaretim de olursa geri kalan yola kendi başıma da devam ederdim ya da Chowbok’la dönerdim. Kırpma biter bitmez yünler de gönderildikten sonra izin istedim. Bir de yük beygiri ve semer aldım ki böylece yanıma battaniyeler, bolca erzak ve küçük bir çadır alabilirdim.

      Ben atla gidip nehirde geçitler bulurken Chowbok da beni izleyip kendisini geçitlerden geçirecek atı çekecekti. Ustam, yünler gönderildiği için erzak tükenebileceğinden çay, şeker, çörek, tütün, kavurma, iki üç şişe kaliteli kanyak almama izin verdi. Her şey hazırdı, herkes bizi yolcu etmek için beklerken 1870 yılı yaz gün dönümünden kısa süre sonra yolculuğumuza başladık.

      3. Bölüm

      Nehrin Yukarısı

      İlk günümüz yolculuk açısından kolay geçti. Nehir kenarındaki, daha önce iki kez yanmış olan büyük düzlükleri izledik. Bizi yavaşlatacak çalılıklar yoktu, toprak genelde sertti. Dere yatağının üstünde epey ilerledik. Akşamüstüne kadar yirmi beş mil kadar yol almıştık. sonra nehrin boğaza kavuştuğu noktada kamp kurduk.

      Kamp kurduğumuz yaylanın, denizden en az iki bin fit yukarda olduğu düşünülürse hava oldukça ılıktı. Nehir yatağı burada bir buçuk mil genişliğindeydi ve suyun kavisli kanallara girdiği yerler çakıl kaplıydı. Yukarıdan bakıldığında kurdelenin saçakları gibi görünüyor ve güneşte parlıyordu.

      Nehrin ani ve ağır taşkınlara çok meyilli olduğunu biliyorduk ama bilmeseydik de bunu uzaklardan sürüklenmiş olması muhtemel ağaç dallarından anlayabilir, kümelenmiş sebze ve mineral tortularından aşağı kısımlarda bütün dere yatağının başa çıkılamayan kızgınlıkta azgın sellerle kaplanmış olduğunu görebilirdik.

      Şu anda nehir alçaktı ve güçlü bir insanın yürüyerek geçebilmesi için bile çok derindi. Sürekli olan beş altı akıntı vardı; ancak at üstünde geçilebilirdi. Her iki yanında ustamın kulübesinden gördüğümüz geniş ovalar hâline gelinceye kadar nehrin aşağısına doğru genişleyen hâlâ birkaç dönüm düzlük vardı.

      Arkamızda ikinci dağın ana dağa sarp bir şekilde yol veren en alçak kolları uzanıyordu ve yarım mil kadar ileride nehrin daralıp şiddetlenerek ürkütücü bir hâle geldiği yerde geçit başladı. Manzaranın güzelliği kelimelerle anlatılamazdı.

      Vadinin bir yanı orman, uçurum, yamaç ve dağ tepesiyle bezenmişti. Akşamın gölgesiyle maviydi; diğer yanı da gün batımı sarısıyla hâlâ parlaktı. Aralıksız akıntısıyla zarar veren geniş nehir -güzel su- adacıkların üstünde bol bol olan, çok yakınlarına gidebileceğimiz kadar uysal kuşlar, havanın tarifsiz berraklığı, bakir bölgenin muhteşem sakinliği… Daha huzur verici ve canlandırıcı bir karışım olabilir mi?

      Dağlardan düzlüklere inen geniş çalılıklara yakın bir yere kampımızı kurmaya koyulduk ve atlarımızı olabildiğince gevşek bir şekilde bağladık; dereden aşağı başıboş bir şekilde sürüklenmesinler diye serbest bırakmaya cesaret edemedik. Sonra odun topladık ve ateş yaktık. Su kaynatmak için Teneke maşrapayı doldurup ateşin közlerine koyduk. Su kaynadığında içine iki üç tutam çay attık ve demlemeye bıraktık. Gün boyunca yarım düzine ördek yakalamıştık. Sonra onları kesip başka bir maşrapada haşladık ve böylece tüm hazırlıklarımız bitti.

      Akşam yemeği yediğimizde hava oldukça karanlıktı. Gecenin sessizliği ve serinliği, orman kuşlarının ara sıra gelen keskin sesleri, ateşin kırmızı parıltısı, nehrin durulmuş akıntısı, kasvetli orman, eyerler ve battaniyeler; Salvator Rosa ya da Nicolas Poussin resimleri gibi bir resim yaratmıştı. Bunları şimdi hatırlıyor ve bundan keyif alıyorum ama o zaman bunun farkına varmamıştım.

      Ne zaman iyi olacağımızı hiç bilemeyeceğimizin farkındaydık ama bu iki tane yol açıyordu. Çünkü eğer ne zaman iyi olacağımızı bilseydik, belki de ne zaman kötü olduğumuzu da bilecektik ve ben bazen kötü olduklarından haberdar olmayanların sayısı kadar, iyi olduklarından da haberdar olmayanlar olduğunu düşünüyorum. “O fortunatos nimium sua si bona norint agricolas.”3diyen biri gayet haklı bir şekilde “O infortunatos nimium sua si mala norint.”4de diyebilir; çok azımız ne başardığımızı, neden acı çektiğimizi ve ne olduğumuzu görememe yeteneksizliğinden keskin bir acı duyar. Sadece dış görünüşümüzü yansıttığı için aynalara minnet duyalım.

      Nispeten yumuşak bir yer bulduk; her yer taşlıktı. Popolarımıza küçük bir girinti yapmak için ot topladık ve battaniyelerimize sarınıp uyuduk. Gecenin bir vakti uyandığımda gökteki yıldızları ve dağların tepesinde parlak ay ışığını gördüm.

      Nehir hızla akıyordu. Atlarımızdan birinin diğerine kişnediğini duydum ve hâlâ yanımızda olduklarından emin oldum. Hiçbir şey umurumda değildi, ancak üstesinden gelmem gereken bir sürü zorluk vardı. Üzerime hoş bir huzur hâli geldi; günlerini sürekli at üstünde ya da aynı oranda açık havada geçiren hiç kimsenin olduğunu sanmadığım kadar mutlu oldum.

      Ertesi sabah geceden kalan çay yapraklarını çanağın dibinde donmuş

Скачать книгу


<p>2</p>

Şeker kamışından şeker yapılırken çıkan suyun mayalandırılarak kurutulmasıyla yapılan sert içki.

<p>3</p>

Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutlu olurlardı.

<p>4</p>

Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutsuz olurlardı.