Скачать книгу

güçlü darbenin ardından onlara verebildiğim tüm zarar, ancak bir şehrin surlarına ya da belki Gizemler Gemisi’nin kendisine verilebilecek bir zarar kadardı; ben de bir mızrak buluncaya kadar etrafımı araştırdım ve onu bulmak, oyunun seyrini tamamen değiştirdi.

      Bu kertenkelelerin gözleri küçüktü ve kemikli, derin oyuklara yerleştirilmişti. Öyle olunca ben de gözlerinin zayıf noktaları olduğuna karar verdim ve saldırılarımı canavarın gözlerine yönelttim. Güverte, canavarlardan akan iğrenç, sümüksü maddelerden dolayı kayganlaşmıştı. Mürettebat var gücüyle savaşıyor ve dahası, kaptan Tob’un tehditleri nedeniyle kendilerini önüme siper ediyorlardı. Fakat ben, mızrağımla onları birkaç kere sertçe dürtükleyerek kendi irademin çiğnenmesini istemediğimi gösterdim ve o zaman, önümde manevra için bana yer açıldı.

      Kendimi kasten kertenkelelerden birinin görüş alanına soktum ve vücudumu onun saldırısına sundum. Meydan okumam kabul edildi. Yaratık, düşen bir kaya gibi hızla üzerime saldırdı ve dönüp mızrağımı onun sulanmış gözüne sapladım.

      O an, mızrağı tam hedefe saplamanın benim için içgüdüsel bir beceri haline gelecek kadar iyi eğitilmiş olduğum için Tanrılar’a şükrettim. Mızrağın ucu, canavarın tam gözüne saplanarak sıkıştı ve sap kısmı kırılıp elimde kaldı. Kör olan canavar böğürerek geri çekildi ve acı içinde, yüzgeçleriyle denizi dövmeye başladı. Onun büyük bir köpük dalgasının ortasında, uzun boynunu arkaya doğru bükerek (gözündeki mızrakla birlikte) başını sırtına sürtmeye çalıştığını gördüm, böylece acısı daha da artsa da mızrağı yerinden oynatamadı. Ardından, bunun boşuna bir çaba olduğunu anlayarak olağanüstü bir hızla gelmiş olduğu yere doğru uzaklaştı ve süratle ufka doğru küçülüp gözden kayboldu.

      Erkek ve diğer dişi kertenkele de bizi terk etmişti, ama onların gidişi aynı sebepten değildi. Kendimi azimli bir şekilde tehlikeye attığımı gören Kaptan Tob, diğer ikisinin çenelerinin arasına kasıtlı olarak birer denizci sıkıştırmış ve onların doymasını sağlayarak gitmelerini mümkün kılmıştı. Tob’un benim başıma bir şey gelmesi halinde kendi canından olmaktan çok korktuğu açıktı ve Tatho’nun, benim güvenliğim için duyduğu nazik endişe yüzünden savurduğu tehditleri düşünmek içimi ısıttı. Eski dostların bu küçük detayları ihmal etmemesi hoş bir şeydi.

      Üçüncü Bölüm

      RAKIP BIR DONANMA

      Artık Atlantis’in kıyılarına yaklaşmıştık. Tob, her ne kadar modern aletlerinin yardımıyla, karayı muhteşem bir maharet ve isabetle bulmuş olsa da başkent büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfeze gelene kadar rotamızı izlemeye devam ederek daha on günlük bir yolculuk yapmamız gerekiyordu.

      Karanın görüntüsü ve esintinin oradan bize doğru getirdiği toprak ve yeşillik kokusu, inanıyorum ki Tanrılar’ın emriyle, hepimizin hayatını kurtarmaya yarayan vesilelerdi. Çünkü okyanus aşırı uzun yolculuklarda, kaçınılmaz olarak gemilerimizdeki tayfaların bir çoğu ölmüştü ve bir kısmı da doğal olmayan çalkantı yüzünden iskorbüt hastalığına yakalanmış ya da (bazılarında olduğu gibi) gemideki doğal olmayan gıdaların ayrılmaz parçası olan tuzdan dolayı hastalanmışlardı. Fakat çaresiz kütükler gibi kamçı darbeleri altında bile hareket edemeyen bu sonuncu gruptakiler, karanın görüntüsü ve kokusuyla olağanüstü bir şekilde canlanmışlar, tekrar gemi işlerine yardım edebilecek ve (yeri geldiğinde) hem hayatları hem de gemileri için cesurca savaşacak kadar canlanmışlardı.

      Yucatan’da görevden azledildiğim andan bu yana, Tatho’nun verdiği güvencelere rağmen Atlantis’te ne şekilde karşılanacağım konusunda şüphelerim vardı. Fakat yüzleşeceğim bu olay için endişe etmeyecektim, çünkü bu Tanrılar’ın elindeydi. İmparatoriçe Phorenice, yeryüzündeki en yüce varlık olabilir, karaya ayak bastığım anda kellemi omuzlarımdan ayırtabilirdi. Öte yandan Güneş Tanrım, Phorenice’in üzerindeydi ve eğer başım kopup düşecekse Tanrım bunun böyle olmasını uygun gördüğü için olacaktı. Bu yüzden, ne olursa olsun, yolculuk boyunca bu konuyu kendime dert etmedim ve yüksek gizemlere dair sakin çalışmama açık bir zihinle devam ettim.

      Fakat donanmamız, izlediği rotada yeterince ilerleyerek iç sulara girişi işaret eden iki büyük buruna ulaştığında, başkent Atlantis’ten en az iki günlük uzaklıkta olan ve orada bizi karşılamak üzere beklediği şüphe götürmeyen bir başka donanmayla karşılaştık. Gemiler, onlara sığınak görevi yapan bir koyda demir atmışlardı; ama yukarıdaki yüksek arazide, yaklaştığımızı alarm vererek onlara bildiren bir keşif birliği vardı ve burnu döndüğümüz zaman gemilerin geçişimizi engelleyecek şekilde sıralandıklarını gördük.

      Bizden geriye şimdi beş gemi kalmıştı, diğerleri ya fırtınalarda kaybolmuş ya da tüm mürettebatı iskorbütten öldüğü için arkada kalmışlardı, yabancılarda ise üç tane güzel gemi ve çok sayıda küreği olan üç kadırga vardı. Hepsi de temiz, parlak ve siyah renkliydiler; bizim gemilerimiz ise fırtınadan hasar görmüş, hava şartlarından yıpranmış haldeydi ve altları, dolanmış yosunlar yüzünden çok kötü vaziyetteydi. Bizim gemilerimizde Tatho ve Deukalion’un renklerini ve sembollerini belirten flamalar, apaçık ve gurur duyulacak şekilde asılıydı; bu yüzden bakan herkes, gemilerin kökenini ve işini bilebilirdi, diğer donanmanın gemileri ise sanki doğdukları için kendilerinden utanç duyan aşağılık yaratıklarmış gibi bir flama ya da köken belirten bir işaret taşımıyordu.

      Ayrıca bir çatışma olmadan geçmemize izin vermeyecekleri açıkça belliydi ve bu alışılmadık şey değildi; çünkü denizlerde uygulanan hiçbir kanun yoktu ve bir gemideki kişi, başka gemideki kardeşini eğer sahilden uzakta, işitme menzili dışında yakalarsa onu yağmalamaktan hiç çekinmezdi, özellikle de diğer kardeş bir yağma veya bir ticaret seyahatinden mal yüklü olarak geri dönüyorsa. Bu yüzden Tob, gemimizi sistemli ve usule uygun olarak savaş düzenine soktu; diğer dört kaptan da kendi gemileri için aynı şeyi yaparak derli toplu bir filo oluşturmak için bize yaklaştılar. Yolculuğun neredeyse sonuna gelmişken hiçbir şekilde esir alınma durumu yaşamak istemiyorlardı.

      Güneş Tanrımız, sanki bu işin devam etmesi için çok istekliymiş gibi, ışıl ışıl parlayarak makinelere tam hız verdi ve iki donanma, çabucak birbirine yaklaştı; üç kadırga ise onlara eşlik eden gemilerle aynı hizada olacak şekilde geride kaldı. Ne var ki aramızda yüzlerce gemi boyunda bir mesafe varken diğer donanma durdu ve kadırgalardan biri öne doğru çıkıp bir barış görüşmesi yapmak istediklerinin işareti olarak direklerine yeşil dallar çekti.

      Bu alışılmadık bir hareketti; ama biz, denizde hırpalanmış donanmamızla gereksiz yere bir savaşa davetiye çıkaracak durumda değildik. Böylece uzaktan, karşılıklı boğuk seslerle bağrıştıktan sonra biz de durduk ve Tob, konuşmaya hazır olduğumuzu, elçilik yapacak kişiye saygı duyacağımızı göstermek için direğe (yeşil dal görevi görmesi için) kuru bir değnek çekti.

      Kadırga bize yaklaştı, kendi etrafında döndü, kıçı bizim küpeşteye sürtünene kadar geri geri geldi ve gemidekilerden biri tırmanıp güvertemize atladı. Züppece giyinmiş, karadan taze erzak tedarik ettiği için son derece sağlıklı görünen genç ve dinç bir adam, büyük bir özgüven içinde hırpani halimizi küçümseyerek etrafına bakındı. Sonra Tob’u görünce tanıdık birini görmüş gibi başını salladı. “Eski içki arkadaşım,” dedi, “karın, ayaklarının dibindeki dört küçük çocukla birlikte Atlantis rıhtımında seni bekliyor. Onu göreli daha on beş gün bile olmadı.”

      “Buraya bana evden haber getirmek için gelmedin,” dedi Tob, “bu kadarına yemin edebilirim. Latifelerini iyice anlamama yetecek kadar içki içtim seninle, Dason.”

      “Sana

Скачать книгу