Скачать книгу

gibi uzun bir söze başladı… “Ey Tanrı ile taht kavgasına tutuşan zavallı kul, senin vücudun ikiye ayrılıp ruhun cesedinden ayrılmak üzere. Bana gök perdesi açıldı, bazı soğuk haberler bana malum oldu. Seni himayesine alan kara güçler cesedini kuzgunların önüne atıp kemiklerini mezar sıçanlarına bırakalım diyor. Lanetli bir bedduaya seni mahkûm edeceklerini söylüyorlar. Senin ruhunu teslim edeceğin saati bekliyorlar… Şu anda yakınlarını gördün, sen onlara hitap edeceksin ama onlar ne senin sesini duyabilecekler ne de buruşuk bedenini görebilecekler. Yakınlarının ağladığını görüp: “Ben öldüm! Ben öldüm!” diye tekrarlayacaksın. Ölümün inlettiğini de sızlattığını da tasasını da can acıtan hastalığını da hissetmeden ruhunu havaya kaldırılacak… Sen bundan korkma, tasalanma, ürkme, üzülme, bir tek Tanrı’ya yalvar, tövbe et ve pişmanlık duy. Önünde üstünde her tarafını alaca bulaca karanlık bürüyecek. Ardından tüm bedenini titreten korkunç bir duygu her yanını saracak. Sen bundan korkma, bu senin hayalinin yansıması. O korkunç karanlıktan anlamsız sesler, şiddetli bağırışlar duyulacak… “Vur! Öldür!” diye sesler kulaklarında yankılanacak. Bütün bunlar cehennem ateşine giderek yaklaştığının emareleri… Bundan da korkma… Daha da ilerle, sorgu meleklerine yaklaş! Ecele önce cesedini ver, sonra o ruhunu isteyecek. Cesedi Yaradan vermişti, canı da Yaradan vermişti, ama ruhunu Yaradan’ın eline geri verme, ruh sonsuz yaratılmıştır, ruh sonsuzdur… Ruh cezalandırılamaz… Ruha yeniden doğmanın, yeniden yaratılmanın kapısı sonsuza dek kapalıdır. O Tanrıların dünyasına da devlerin dünyasına da giremez, o sadece mahlûk dünyasına girebilir. Ama mutsuz ruhların ağı yayılıp onlar ruhun yolunu keserek iki ayrı yolu gösterirler. Bu yolların birine beyaz ışık yansıtılır, bu yol insanların dünyasını gösterir. İkincisi ise mavi ışıktır, bu da hayvanların dünyasını gösterir. Ruhun Yaradan’dan gideceği, rahatını bulacağı iki yer var… İkisinde de ruh yaşar. Ruh insanı hayvanın, hayvanı insanın yerine geçirebilir. Senin de ruhun asla yok olmayacak, ama ruhun da cezasının olduğunu unutma, senin ruhun da cezasını çekecek, o cezanın ne olduğunu biliyor musun? Ulu Cengiz Han’ın ruhu yüzyıllar sonra bedenini yılan sokan ve akıl hastalığına tutulan bir adamın bedenine yerleşecek. Döktüğün kanların, işlediğin soykırımların cezasını ruhun çekecek. Sen beni yılan soktu, ceza çekmeden gidiyorum diye düşünme, cezanın sonu yoktur, o ceza bir gün ardında bıraktığın soyunun gözünden, göğsünden çıkacak… Ceddin, senin döktüğün kanların, işkencelerin hesabının cevabını sonuna kadar verecek… Yaptığın işlerin cezasını onlar çekecek! Bedduaların soyuna kalacak!” diyen kocakarı can acıtan, hüzün veren sözüne son verdi. Cengiz Han nihayet ölüm denilen belanın onu yere doğru sürüklediğini, kendisinin de aslında sıradan bir insan olduğunu anladı. Yanlıştı. Hem kendisi hem de Tanrı hakkındaki o hadsiz düşünceler, sesi Ay’a kadar yükselen Ulu Han’ın Tanrı’yla kendisini aynı seviyede görmesi ve nihayetinde kanadı yolunmuş bir kuş gibi pat diye yere düşmesi, başparmak büyüklüğündeki kafasıyla mini minnacık bir yılanın onu yere yıkması… Ona üzüntü veren, canını yakan bir sebep daha vardı. Dünyayı fetheden, zenginliğini biriktiren Cengiz Han’ın, sayısını kendisinin de bilmediği kadar çok kadının zevkini tadıp şırasını emen Ulu Hakan’ın yaşadığı bu muhteşem günler ateşte sönen odun gibi küle mi dönüşecekti? Altından, gümüşten, akik taşının parlak nurunu göremeden, duyamadan ölüp gidecek miydi?

***

      Ulu Cengiz Han’ın hayatı bir deveye su içirmek kadar kısa mı sürecekti? İnsanın dünyadaki hayatı bir kuşluk vakti kadar kısa mıydı? Neden insanoğlu ölümlü yaratıldı? Neden ebediyen yaşatılmadı? Bu garip dünyada neden her şeyin bir sonu vardı, Kim kaygısız ve tasasız yaşayabiliyor, dertten kederden uzak durabiliyordu. Hey geçici dünya, yalan dünya, yalancıların dünyası… Han şimdi uzun bir uykuya dalmıştı, yarı ölü, yarı canlı gibiydi. Artık kendini çok çaresiz hissediyordu… Cengiz Han bir zamanlar, ulaklarını, dünyanın neresinde olursa olsun, ölümsüzlüğün sırrını bilen bir âlimi bulup getirin diye uzak diyarlara gönderdiği günü hatırladı. Nihayet kırk gün kırk gece geçtikten sonra uzak dağlarda yaşayan, evrenin sırrını bilen, gümüş sakallı bir âlimi bulup getirmişlerdi. Ama ölümsüzlüğün sırrını bilen âlimi öylece getirmemişlerdi. Elini ayağını bağlamışlar, gözlerini siyah bir bezle kapatmışlardı… Kafası yumruk kadar, beyaz sakallı, çekik gözlü âlimi görünce Cengiz Han ona kibirle bakmış, ulaklarını onca bilginin âlimin arasından bula bula bunu mu buldunuz dercesine kızgınlıkla süzmüştü. Sıska âlim Cengiz Han’ın önünde diz çökmemiş soğuk soğuk bakıyor, dimdik ayakta duruyordu.

      – Buraya gelme sebebinin ne olduğunu biliyorsundur, dedi Cengiz Han.

      – Biliyorum, dedi az konuşan âlim.

      – Biliyorsan söyle, dedi Cengiz Han sert bir şekilde. “Bu dünyada senin bilmediğin şey yok diyorlar.”

      – Bilmediklerim bildiklerimden daha çok, dedi âlim.

      – Benim için ölümsüzlüğün ilacını bul. Ben ebediyen yaşamak istiyorum.

      – Ebedi yaşamın devası vardır, fakat ilacı yoktur, dedi âlim.

      – Devası nedir, diye sordu Cengiz Han.

      – Hayatın anlamıdır.

      – Hayatın anlamı nedir?

      – Hayatın anlamı insanın insan olarak kalmasıdır.

      – Bu kadar mı, diye Cengiz Han bir anda galeyana geldi.

      – Senin hayatın uzun sürecek, ikinci hayatın…

      – İkinci hayatım mı? O da ne demek, dedi Cengiz Han.

      – İkinci hayatın… Yani senin ruhunun hayatı, dedi âlim. Senin de ruh hayatın uzun sürecek. Fakat kırkıncı torununa gelince bir terslik ortaya çıkacak… Kırkıncı torunun akıl hastalığına yakalanacak, diyen âlim sustu.

      – Akıl hastalığı mı? Cengiz Han’ın kızgınlığı yüzüne vurmuştu. Az kalsın âlimin başını vurdurtacaktı. Sonra kendini tutup âlimin dediklerine sabırla kulak verdi. Âlimi dinlemesinin başka bir nedeni vardı. Epey zaman önce dişlek dişli kurnaz kocakarı da buna benzer laflar söylemişti. Şu an âlim de aynı şeyleri dillendiriyordu. Biraz düşünen Cengiz Han âlimin başını vurdurtmaktan vazgeçti ve askerlerine “Çıkarın üzerindeki” kıyafetleri emrini verdi. Adamı o halde sokağa attırdı. Bütün ilminin kendine geçmesi için âlimin üzerindeki kürkü kendine aldı.

      Saraydan çırçıplak çıkan âlimi görenler onunla alay etmeye ve onu küçümsemeye başladılar. Önce yaşlı adamı taş yağmuruna tuttular, yüzüne tükürdüler sonra da kudurmuş kızgın köpeklere kovalattılar.

      O gece Cengiz Han uyurken bir rüya görmüştü. Kambur yaşlı kadın: Tanrı önündeyken ölümsüzlük iksirini sormamalıydın, giysilerini almamalıydın, halkın alay etmesine göz yummamalıydın. Yüzüne tükürtmemeliydin, köpekleri üzerine salmamalıydın. Onun bedduasını almamalıydın. Soysuz kalacaksın, diye adeta Cengiz Han’ı azarlıyordu. Bu olayı hatırlamıştı. Tanrı’dan özür diliyor, tövbe ediyordu. Böyle bir işten hayır gelmeyeceğini, işlerinin yolunda gitmeyeceğini düşünüyor, geleceğin ona iyilik getirmeyeceğini hissediyordu.

      Yılanın zehri bütün vücuduna yayılıyordu…

      Şaman Cengiz Han’ı esiri haline getiren kara güçleri, kötü ruhları, kanlı gözleri odadan defetti. Güçlü nefesiyle Cengiz Han’ı bir nebze de olsa ayağa kaldırabildi. Ancak Cengiz Han ömrünün son dakikalarının kaldığını kimseye belli etmek istemiyordu. O akşam Cengiz Han ruhunu günahlardan temizlenmesi, duasıyla cennetin kapılarını açıp cehennemin

Скачать книгу