Скачать книгу

şiir yazmayı bilmez. O büyük burunlu ise Han’ın karısının sevgilisi… Yanındaki de dünya düz değil yuvarlak diye tutturmuş… Tanrı hepinizin belasını versin!

      Hele hele şu sert yüzlü, çekik gözlü herif, insan etiyle karnını doyuruyor. Yola çıktığımızdan beri kan istiyorum diye kudurmuş gibi ağzında salyalarla etrafa saldırıyor…

      – Bunlara ıssız çölün ortasında ne yapacaksın? Acıma duygusu olmayana ölüm de yok, dedi Emir.

      – Yook… Aslanım, bunun gibiler yeryüzüne sığmaz. Burada onlara yer yok. Bunlara ölüm bile az. Bunlar dünyaya öylesine gelmişler. Hepsinin üzerine yırtıcı kuşları saldırtıp cesetlerini kara çölün sıçanlarına ve böceklerine vereceğim. Aslanım iyice dinle. Bir cesedi kurt yerse cesedin kendisi kalır, tilki kemirirse aşık kemiği kalır, çakal yerse baldırı kalır… Eğer böcekler yerse hiçbir şeyi kalmaz… İhtiyar kaba saba konuşuyordu. Böyle kötü bir ölümden başka onlara çare yok…

      Emir işin aslını anladıktan sonra meczupları öldürmek için oklarını boşuna harcamak istemedi. Zaten biliyordu bu günahkârları ölümün beklediğini. Bir de ileride yolun uzun olduğunu ve ulaşacağı yere varmak için uzun süre yollarda olacağını da iyi biliyordu. Derken aniden gökyüzünde bulutlar peyda oldu, yağmur yağmaya başladı. O anda gelen gruptaki meczuplardan birisi kudurmuş gibi bağırmaya başladı:

      – Ben biliyorum! Hissediyorum! Siz boşuna gezmiyorsunuz buralarda. Aranızda bir ceset var. Onu gömeceksiniz. Ceset çürüyüp kokacağına hiç uğraşmayın bana verin. Ben yiyeceğim onu! Çok acıktım. Bunu söyleyen boynunda boyunduruğu ve ayaklarında demir zinciri olan yamyamdı. Evet, biraz önce ihtiyar onun hakkında konuşuyordu. Dış görüntüsü çirkin, elmacık kemiği küçücük olan dişlek yamyam gürültüyle yine bağırdı:

      – Cesedi bana verin! Kemireyim!

      Bu yamyamın çığlığı emirin öfkesini oldukça şiddetlendirdi. Yamyam yüksek sesle bağırdıkça gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.

      – Cesedi bana verin diyorum! Yemek istiyorum. Kemiklerine kadar yemek istiyorum. Tertemiz bir şekilde kemiririm ha! T-e-r-t-e-m-i-z! diye bağırıyordu yamyam.

      Emir Cengiz Han’ın ruhunun onları takip ettiğini düşündü. Sonra elini yukarı kaldırıp “Bunların hepsini öldürün!” diyerek cellatlarına işaret verdi. Yağmurla birlikte hızla gelen ok, ilk sırada içine cin girmiş yamyama geldi. Ok ağzından girip kafasından çıkıverdi. Cellatlar bu meczupları göz açıp kapatıncaya kadar öldürüverdiler…

      Üç gün yol yürümelerine rağmen önlerine hiçbir canlı çıkmamıştı. Bu durum emiri şüphelendirdi. Bunların kim oldukları, ne oldukları ve nereden gelip nereye gittikleri belli değildi. Eğer emir karşısına çıkanlara önem vermeden yürümeye devam etseydi rahmetli Han’ın dediklerini yapmamış olacaktı… Gökyüzünden onu takip eden Yüce Tanrı’yı hisseti…

      Üçüncü gün emir, cellatları ve develeri ile sabah erkenden iki dağ geçidinin birleştiği yere, eski ceviz ağacının dibine geldi. Buraya gelince muhafızlarına ve cellatlara “Dinlenin!” diye emir verdi ve burada tek başına kaldı. Yalnız kalmasının başka sebebi de şuydu: Kimsenin olmadığı yerde sarı kesenin içindeki yazıyı açıp okumaktı. Ve yazıyı keseden çıkartıp okumaya başladı. “Emirim seninle gurur duyuyorum! Övgüye değersin. Hiç yorulmadan, usanmadan nihayet ceviz ağacına da ulaşabildin. Buraya sabahın erken saatlerinde gelerek iyi yaptın. Şimdi güneş biraz yükselince yaşlı ceviz ağacının gölgesi düşmeye başlayacak. O gölgenin ucuna doğru yürüyün. Giderken karşınıza büyük, coşkulu bir nehir çıkacak. O nehrin akışına karşı yürüyeceksiniz. Bu sizin bir gününüzün yarısını alacak. Ve bu yolda giderken artık gece olacak. Bu arada gökyüzünde kutup yıldızını göreceksiniz. Yıldıza doğru ilerleyin. Şafak sökene kadar iki tane dağ silsilesinden geçeceksiniz. Sonra nehrin ikiye ayrıldığı yere geleceksiniz. Buradan dümdüz batıya doğru gidin… Yol ilerledikçe tehlikeli bir yere geleceksiniz. Burada dar bir dağ geçidi var. Çok dikkatli olun. O dar dağ geçidinde akbabalar var binlerce. Ölü kokusunu uzaktan anlar ve size topluca saldırabilirler Emir’im. Dikkatli olur da aklı başında davranırsanız onlardan kurtulur ve dağ geçidinden geçersiniz. Sonra sarp dağlara geleceksiniz. Dağların arkasındaki düz yamaca geldiğinizde büyük bir taş göreceksiniz. Bu taşa gelince benim verdiğim üçüncü torbayı açacaksın Emir’im… Ama önce o yaşlı ceviz ağacını kökünden kesin. Sonra köklerini yerden kazıyın ve son filizine kadar ateşte yakın!”

      Emir mektubu okuyup bitirince güneş çıkana kadar bekledi. Sonra cevizin gölgesinin ucunu belirleyip cellatlarına: “Eski ceviz ağacını kökü ile birlikte kesin, ateşte yakın!” diye emir verdi… Ceviz ağacı son dalına kadar yanıp kül olduktan sonra yukarı tarafa doğru gittiler… Dağ geçidine gelince büyük taşların üzerine tünemiş akbabalar görünmeye başladı. Emir cellatlarına: Onlar bize yaklaşınca ok atacaksınız, dedi… Bu yırtıcı kuşların insanlara bulundukları yükseklikten hiç kıpırdamadan bakmaları ürperti vericiydi. Karınları toktu. Cesedin etrafa yaydığı kokuyu hissetseler bile saldırmadılar. Akbabalar Emir ve adamlarının öldürdüğü ihtiyarın ve yanındaki günahkâr meczupların cesetlerini kemiklerine kadar yiyip bitirmişlerdi. Artık kanatlarını açacak halleri yoktu… Burası bu yırtıcıların yuvasıydı. Emir, Cengiz Han’ın ölümünün son dakikalarında “Önüne ne veya kim çıkarsa çıksın hepsini tek tek öldürerek yolunuza devam edeceksiniz” dediğini bir an hatırladı. Ama ala renkli tüyleri olan, büyük kanatlı bu yırtıcıları öldürmeye erindi. Tam bu sırada gökyüzünde büyük bir leyleğin “kayk kayk” diye çıkardığı sesler kulaklarında çınladı. Leylek, Cengiz Han’ın ruhunu kanadında saklayan uçan perende idi. Emir leyleğin sesini duyunca hiçbir şey düşünmeden aceleyle yanındaki katillere: “Taşların üzerindeki yırtıcı kuşları oklayın!” emrini verdi. Okların isabet ettiği akbabalar büyük taşlardan teker teker düşüyorlardı… Dağ geçidinin içi kuşların çıkardığı seslerle yankılanıyordu. Son leş yiyen de taştan düştükten sonra etraf sessizliğe büründü…

      Emir yedi muhafızı ile at ve develerin arkasında, zincir gibi dizilen kırk askerin önünde yürüyordu. Sarp dağlara yaklaştılar… Emir bu dağların yamaçlarına gelince önceki kâğıtta yazılı olan taşı gördü… Taşa gelince kimsenin olmadığı bir yere gidip gizlice sarı keseyi yaktı, sonra yeşil keseyi açarak içinden çıkan yeni talimatları okumaya başladı… “Emir’im seninle gurur duyuyorum! Eğer taşa geldiyseniz burada çok fazla oyalanmadan yolunuza devam edin. Burada kimse kalmasın. Burası kötü bir yer. Kim burada gecelerse ertesi güne sağ olarak ulaşamaz. Bu lânet yerdeki ejderler gündüzleri mağaralarda uyuyor geceleri ise avlanmaya çıkıyor karşılarına çıkan bütün canlıları öldürerek yiyorlardı. İşte sarp dağlar burada… Taşın güney tarafında Tibetli din adamlarının çivi yazısıyla yazdıkları yazı var. Sakın o yazıyı senden başka kimse okumasın. Yazıyı keskin bir hançerin sivri ucuyla okunamaz hale getir. Bu yazıyı Tibetli din adamları Tanrı’dan gelen bir işaret olarak kabul ediyor. Yani âlemin yüce Tanrısı benim! Benden daha güçlü Tanrı yoktur! Şimdi benim işaretim senin dilinde. Bu yalancı Tanrılar kendi işaretlerini taş üzerine bırakır, ben ise işaretimi senin gibilerin yüreğine bırakırım. Kim güçlüyse Tanrı ona kuvvet verir! Emir’im, sahte Tanrı’nın şeytani işaretini sil! Silme işini bitirdiğinde doğuya doğru yol al. Ulaşacağınız yere bir günlük ve bir gecelik yolunuz var. Biliyorum, kendi Tanrı’nı çok seviyorsun, tüm gönlünle ona bağlısın. Bunu çok iyi hissediyorum… Haydi, şimdi doğuya doğru ilerlemeye devam et. Şafak sökünce ıssız bir dağa geleceksiniz. O dağın eteklerinde

Скачать книгу