ТОП просматриваемых книг сайта:
VATAN IÇIN. Литагент Altın Kitaplar
Читать онлайн.Название VATAN IÇIN
Год выпуска 0
isbn 9789752122321
Автор произведения Литагент Altın Kitaplar
Издательство Автор
Kapitalizm, en basit anlamıyla anamalcılık demektir. Emperyalizm ise, bir milletin sömürü temeline dayanarak başka bir milleti veya milletleri egemenliği altına alıp yayılmasıdır.
Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyunca kâh Balkanlar’da, kâh Arabistan çöllerinde testiye kılıç keçeye pala sallarken özellikle bazı Avrupa devletleri kalkınmış, sermaye biriktirmiş ve pazar, yani sömürge arayışlarına girmişlerdi.
Dünyanın pazar yerlerini paylaşamayan devletler, doğal olarak birbirleriyle savaşa tutuşmuşlar ve kendi çıkarları için dünyayı kana bulamaktan geri durmamışlardı.
Osmanlı Devleti, bu pazar paylaşımında geri kalmıştı. Bir anlamda, çağa ayak uyduramamıştı. Yapılmaya çalışılan birkaç yenilik hareketi hemen boğulmuş, zavallı halk cahil, önünü bile görmekten aciz kötü niyetli sömürücülerin insafına terk edilmişti.
Esasen gerileme, birkaç yüzyıldır sürüyordu fakat saray ve çevresindekiler, yaşadığımız bu gerilemeyi savaşlarla, kahramanlık destanlarıyla ve bazen de lale bahçeleriyle gözden kaçırıyorlardı.
Fakat sevgili arkadaşlar, gerçeği bir süre gözden kaçırsanız bile bunu sonsuza değin sürdüremezsiniz. Atalarımız, “Güneş balçıkla sıvanmaz”, der ki çok doğrudur.
Osmanlı sultanlarının bilimsel kimi atılımlardan korku ile kaçınmaları ve kendilerini çağın gereklerine kapatmaları, Avrupalı sömürücülerin, yani henüz emperyalizm aşamasına gelmemiş olan kapitalistlerin işine geliyordu.
Eski düzenin sürüp gitmesini isteyenler Batılı toplumlarda krallarla papazlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bizde ise padişahlar, hükümdarlar…
Hükümdar ve padişahlar, eski düzenin sürüp gitmesi için daima dini inanışları kendine göre yontmayı seven çıkarcılardan yararlanmışlardır.
Batı’da da krallar, kilise ile iş birliği içinde kendi toplumlarını yüzyıllar boyunca sömürmüşler, inim inim inletmişlerdir.
Bunlar, saltanatına karşı çıkanları birtakım saçma sapan sıfatlarla karşılarına alarak düşman gibi göstermiş, akıl almaz dalavereler çevirmişlerdir.
Sevgili arkadaşlar, dikkatinizi çekmek istediğim bir başka gerçek de şudur: Tarihin uzun ve karanlık dönemleri dışında bin yıllardır birileri birilerini sömürmüş, emeklerine el koymuşlardır.
Çok eski çağlarda köle sahipleri, daha çok köleye sahip olmak ve güçlerine böylece daha çok güç katmak için gerektiğinde doğaüstü güçlerden de yararlanarak zavallı kölelerin emeklerini sömürmüşlerdir.
Sonraki çağlarda derebeyleri ve büyük toprak sahipleri de köylüleri, serfleri ve yoksul ameleleri aynı yöntemle sömürmüş, emeklerine el koyarak varlıklarına varlık katmışlardır.
Biraz daha yakın çağlara geldiğimizde, özellikle keşifler ve icatlardan sonra sanayileşen kentlerde yeni bir sınıf tarih sahnesine çıkmış ve fabrikalarda çalıştırdıkları işçilerin alın terlerini sömürerek akılların alamayacağı kadar mal ve para sahibi olmuşlardır.
Köle ile köle sahibi, toprak ağası ile köylü ve işveren ile işçi arasındaki bu mücadele, esasen tarihin de itici gücü olmuş, ezilen ve sömürülen insanlara, emperyalizmin kanlı pençesinde kıvranan uluslara kimsenin kimseyi sömürmediği başka dünyaların da var olabileceğini düşündürtmüştür.
Gerçekten de bana göre doğru olan, kimsenin kimseyi sömürmediği, ezmediği; dünyadaki bütün insanların kardeşçe bir arada yaşayıp insanlığı yücelttiği bir dünya kurmaktır.
Bu, bugün için bile hâlâ bir özlem olsa da, böyle bir özlemin gerçekleşmesi için mücadele etmek, mücadele edenlerin yanında yer almak, onurların en büyüğüdür.
Askerî Rüştiye’den sonra hangi okula gideceğimi soran sınav görevlisi bir subaya, “İstanbul’a, Kuleli’ye gideceğim!” demişim.
Dostça bir yaklaşım ve ses tonuyla, “Beni dinlersen, Manastır Askerî İdadisi’ne git, orası daha iyidir.” dedi.
Gerçekten de Manastır Askerî İdadisi’nde yaşamımın en mutlu günlerini geçirdim. Orada bulunduğum üç yıl içinde özellikle edebiyata merak sardım. Önemli klasik eserleri okudum. Okuduklarım, ufkumu hayli açtı. Güzel yazıp güzel konuşmaya heves ettim. Üstüne bir de Fransızca öğrendim, ilerletmek için kurslara gittim.
Bu Böyle Gitmez!
Size bir anımı anlatayım:
Askerî lisedeki yaşamımın dünya görüşümü derinden etkilediğini ve beni ülke sorunları karşısında daha duyarlı bir hâle getirdiğini az önce söylemiştim.
Yemekteyiz. Yemeğin bir yerinde, “Bu böyle gitmez, gitmemeli!” diye sesimi yükselttim.
Benim ülke sorunları karşısında ne kadar duyarlı olduğumun farkında olmayan arkadaşlarım hayret dolu gözlerle bana baktılar.
İçlerinden biri, işaret parmağını dudaklarına götürüp, “Sussss…” dedi. “Sen ne dediğinin farkında mısın?”
Hiç şüpheniz olmasın, farkındaydım.
Yalnız farkında değil, bütün o olumsuzlukların nasıl değişmesi gerektiğini düşünmeye, kendimce planlar yapmaya bile başlamıştım.
Tabii bu anımda acı olan, birlikte yemek yediğim o arkadaşlarımın korkaklığı ve ülke elden giderken gösterdikleri duyarsızlıklarıydı.
Oysa söz konusu olan, yurttur ve gerisi ayrıntıdan başka hiçbir şey değildir.
Size anlatacak çok anım var sevgili arkadaşlar. Bakın işte, buna benzer bir başka anım:
Hapis ve Sürgün
Harp Akademisi’ni bitirip kurmay yüzbaşı olarak İstanbul’da görev yaparken birkaç arkadaşla birlikte Gedikpaşa semtinde bir apartman dairesi tuttuk.
O sıralarda Osmanlı Devleti’nin üstünde kara bulutlar dolanıyordu. Bir çaresizlik, bir umutsuzluk, bir dağılmışlık ki, sormayın gitsin!
Aynı evi paylaştığımız arkadaşlarımla birlikte bu sorunların çözümü konusunda deyim yerindeyse kafa patlatıyorduk.
Avrupa’ya, özellikle Paris’e yerleşen Türk aydınlarının gönderdikleri gazeteleri, tarih ve sosyoloji kitaplarını, Namık Kemal’in, Ziya Gökalp’in yazılarını, Tevfik Fikret’in şiirlerini okuyorduk.
Eski dostlarımdan biri olan Fethi Bey, Beyazıt’ta gezinirken yine eski bir dostum olan İsmail Hakkı’ya rastlamış. Fethi Bey üç beş yıllık subaylık deneyiminden sonra ordudan ayrılmıştı. Boş boş geziniyor, hiçbir iş tutmuyormuş. Dahası, İsmail Hakkı’ya parasal yönden çok zor durumda olduğunu söylemiş. Açıkçası, yardım istemiş.
Pamuk yürekli arkadaşım İsmail Hakkı, onu kolundan tuttuğu gibi Gedikpaşa’daki evimize getirmiş, karnını doyurmuş, yatacak yer vermiş.
Tabii bu arada bizim Padişah Abdülhamit’i tahttan indirme planlarımızın olduğunu da ağzından kaçırıvermiş.
Uzatmayayım, meğer bizim Fethi Bey, Abdülhamit hesabına çalışan bir hafiyeymiş. Yani ispiyoncu…
Beyazıt’taki Merkez Kıraathanesi’nde bizi yakalattı. Zülüflü İsmail Hakkı Paşa’nın karşısına çıktık. Paşa, nerede ne yapmışsak birer birer önümüze serdi. Bana, “Bunları inkâr