Скачать книгу

Şükran’la birçok yer dolaştık. Galata, Beyoğlu, Tophane, Karaköy… Hepsini sanki ilk defa görüyormuş gibiydim. Aslında ezbere bildiğim sokaklardı hepsi ama sokakta yaşananlar tamamen farklıydı. İlk bir iki günde buraları bilmiyor rolünü iyi oynayamadığım için Şükran işkilleniyor gibi oldu ama sonradan tamamen aptala yatıp onun idaresine bıraktım kendimi. Elimde telefon olmamasını da fırsata çevirdim bir yandan. Yanımdaki kişiye ve gezdiğim yerlere odaklandığımda ortam daha eğlenceli, zaman daha zengin bir hale geliyordu. Ayakkabı boyacılarının ritmik hareketleri, kahvehanelerde fokurdayan nargileler, şerbetçi güğümlerinin parlaklığı gibi birçok şey ister istemez dikkatinizi çekiyordu ve bunlardan büyülenmemek elde değildi. Birbiri ardına karşıma çıkan şeyler yüzünden küçük yolculuklarımızın uzadığı çok oldu.

      Bir sokağa girdiğimizde o dönem herkes için gayet sıradan olan bir manzara, benim için saatler geçirebileceğim bir tiyatro sahnesini andırıyordu. Örneğin sokak satıcılarını izlediğinizde kendinizi bir müzikalde sanabilirdiniz. Mallarını, şarkı gibi melodili sesler ve sözlerle tanıtıyorlardı. Ayrıca alışveriş için açılan kapıların önünde sürdürülen pazarlıklar da herkesin işiteceği kadar yüksek sesle yapılıyordu. Bütün bunlar sokağa bir canlılık kazandırıyor, evde oturup pencereden bakan insanların canı sıkılmıyordu. Tabii benim de öyle. Bunları izlerken Şükran’ın, “Hadi artık!” demesiyle irkiliyor, sanki bir çocuğun mızmızlanması gibi, “Biraz daha kalalım,” diye ısrar ediyordum. Pazarlıkların sonucunda ne olacak diye heyecan içinde bekleyen insanları görünce bizim zamanımızdaki gibi bir bahis sistemi kurabilir miyim diye düşündüm. Fakat sonrasında bu dönemde bahis işinin fazla rağbet görmeyeceğini öngördüğüm için bundan da vazgeçtim.

      Genelde Şükran saat 6 gibi eve geliyordu, yemek yedikten sonra hava kararana kadar dışarılarda dolaşıyorduk. Bu dönemde uyanmam (veya her ne oldu ise) yaza denk geldiği için çok kısmetliydim. Kışa rastlasaydım çok sıkıcı olurdu herhalde çünkü bu dönemde havanın kararması neredeyse saat 9’u buluyordu. Biz de bu zamanın tadını çıkartıyorduk. Hava karardıktan sonra şehrin tamamen karanlığa büründüğü zannedilmesin. Her ne kadar sokak aydınlatmaları güzel İstanbul sokaklarını aydınlatmaya tam olarak yetmese de gece çalışan yerlerin ışıklı tabelaları imdada koşuyor, ortam daha da şenlikli bir hal alıyordu. Şükran bana etrafı anlatırken ben de hayran hayran onu izliyordum ve bazen istemeden de olsa o kadar belli ediyorum ki ona olan hayranlığımı, anlattığı şeyi yarım bırakıp benim şapşallığıma gülmeye başlıyordu. Muhabbetimiz tamamlanıp hava karardıktan sonra ikimiz de kendi evlerimize gidiyorduk.

      Sağa sola bakındığım kadarıyla televizyon hiçbir yerde yoktu zaten. Deli zannetmesinler diye de kimseye soramıyordum böyle bir şeyin var olup olmadığını. Gece izlenecek Netflix dizilerinin olmadığını bir düşünmenizi rica ederim. Ne sancılı, ne bedbaht (bu tür kelimeleri yeni öğrendiğim için kullanmak hoşuma gidiyor) geceler geçirdiğim gözlerinizin önüne gelmiştir. Bunu da fırsata çevirmek istedim aslında. Oturup, ezbere bildiğim dizilerin senaryolarını yazmak geldi aklıma. İyi para kazanabilirdim bu yolla ama önce televizyonun yaygınlaşması gerekiyordu. Dizi senaryosu yazma fikrini de elemiştim böylece.

      Kaldığım evde bir tek radyo vardı ama o yuvarlak şeyi çevire çevire ancak bir iki kanala denk gelebildim. Onların da yayınları belli bir saate kadardı zaten. Üstüne üstlük dinlemeye tahammül edemediğim, bana son derece yabancı olan ağır parçalar çalıyordu hepsi. Sadece bir keresinde tesadüfen tanıdık bir isme denk geldim radyo dinlerken. Ankara Radyosu’ndan bir spiker Müzeyyen Senar’ı anons etti. Sonrasında söylediği şarkıyı bilmiyordum ama bu dönemde kendisini uzaktan da olsa canlı dinleme fırsatını yakalamıştım. Düşünsenize, henüz ünlü olmamışken Müzeyyen Senar’ı dinlemek… Kaç kişiye denk gelebilirdi ki böyle bir olay? Bunun haricinde radyoyla ilgili heyecan verici başka bir anım olmadı.

      Geceleri yapacak pek bir şey bulamadığım için genelde evin içinde dört dönüyor, can sıkıntımı da bir süs köpeği gibi yanımda taşıyordum. Evin zemini tamamen ahşap olduğu için gece çıkan ayak seslerimden bitişik komşu rahatsız olmuş ve bir gece duvara vurarak beni uyarmıştı. Bu yüzden geceleri ev içi dolaşmalarımı da bırakmıştım artık. Hiç değilse telefonum yanımda olsaydı, sabaha kadar Youtube’ta, Insta’da takılabilirdim. Evet, internet de yoktu tabii ama en azından döne döne eski fotoğraflarıma bakıp zamanımı gayet zevkli bir şekilde değerlendirebilir veya etrafta dolaşıp fotoğraf çekebilirdim, ki aslında bu da başıma bir bela açabilirdi. 1938 yılında bir genç, içinden ışık çıkan küçücük dikdörtgen bir kutu ile dolaşarak etrafta fotoğraf çekiyor! Mahremiyet konusuna oldukça dikkat edilen bu yıllarda, erkekler tarafından değilse bile mahalledeki ablalar tarafından bir saate kalmadan paramparça edilebilirdim. Zor da olsa telefon fikrini de bir kenara bırakmıştım şimdilik.

      Evin içinde ufak da olsa bir kütüphane, bu tozlu kütüphanenin içinde de bir sürü kitap vardı. Okuma alışkanlığım pek olmadığından buraya ilk başta ürkerek yaklaştım. Fakat sonrasında Şükran’ın verdiği bir taktikle kitaplara olan bu mesafemi az da olsa kapatmaya başladım. Taktik çok basitti: kitap kokusu. Kitabı nazikçe ortadan ikiye ayırıp herhangi iki sayfasının birleşim yerine burnunuzu gömüp kokuyu iyice içinize çekiyorsunuz, hepsi bu kadardı. Sonrası kendiliğinden geliyordu zaten. Bu sayede can sıkıntım biraz olsun azalıyor ve aynı zamanda bir şeyler öğreniyordum. Yirmi bir yaşında anlamıştım ki kitap okumak güzel bir şeymiş.

      Şükran’la tanışıp eve taşınmamdan sonraki yaklaşık bir hafta bu şekilde geçti işte. Dolmabahçe Sarayı’na gideceğim günün bir önceki akşamı Şükran’la oturmuş, bir esnaf lokantasında yemek yiyorduk…

      “Yarın için neden bu kadar heyecanlı olduğunuzu bir türlü anlayamıyorum.”

      “Gayet basit aslında. Niyeyse çocukluğumdan beri Dolmabahçe’yi çok merak ediyordum. Şimdi ise böyle bir imkân bulduğum için çok heyecanlıyım.”

      “Tamam ama asıl ilginizi çeken ve sizi bu kadar heyecanlandıran şey nedir?”

      Gelecekten geldiğimi ve Atatürk’ü görmek istediğimi Şükran’a söyleyemediğim için böyle bir soru sorması çok normaldi elbette. Onu ürkütmemek için gerçeği hâlâ söyleyememiştim. Aslında gerçeğe ben bile yeni yeni alışıyordum, ona söylesem kim bilir ne tepki verirdi ama mantıken olumlu karşılayacağını hiç sanmıyordum. Söylememekle iyi ettiğim şu anki durumumdan da belliydi zaten, her şey o kadar yolunda gidiyordu ki. Dolmabahçe’ye kolaylıkla girmemi sağlayacak bir arkadaşım ve geçici bir süreyle de olsa başımı sokabileceğim bir evim vardı. Bildikleri kadarıyla, okumak için İstanbul’a gelen ve kimi kimsesi olmayan bir öğrenci adayına komşu teyzelerden gelen yemekler de fazlasıyla yetiyordu zaten. Önceden mimarlık okumak istediğimi söylemiştim…

      “Mimarisi ilgimi çekiyor. Girip köşe bucağını, neyi nasıl yaptıklarını, hepsini kendi gözümle görmek istiyorum.”

      “Bir kısmını size anlatabilirim ama ben daha çok tarihi olaylara hâkimim.”

      “Çok iyisiniz ama dediğim gibi, hepsini tek tek kendi gözümle görmek istiyorum.”

      “Elbette. Yarın bütün gününüzü orada geçireceksiniz anladığım kadarıyla.”

      “Aynen öyle.”

      “Pekâlâ. Artık eve gidip yatsak iyi olur.”

      “Efendim!?”

      “Evlerimize gidip uyusak diyorum… İyi olur.”

      Yarın Atatürk’le görüşecektim. Ertesi gün yapacak önemli işleri olan insanların geceleri uykusuz geçermiş. Benim de öyle oldu.

      6

      Dolmabahçe

Скачать книгу