Скачать книгу

sesim göğsümde tıkandı. Başımdaki karıncalanma hissi de iyiden iyiye artmaya başladı. Gerçekten de bu tarihte olabilir miydim? Etrafımdaki manzaraya bakılırsa öyle gibiydi. Buram buram terliyordum. Saç diplerimden çıkan sıcak ter zerrecikleri vücudumda soğuk bir titremeye sebep oldu. Bir an için gazeteci çocukla göz göze geldim. Durumum onu bile korkutmuştu, tedirgin gözlerle ne yapacağımı anlamaya çalışıyor gibiydi. Gözlerim kararırken başımın döndüğünü hissettim. Haydarpaşa’nın o tarih kokan granitleri ayağımın altından teker teker kayıyordu…

      2

      Kendime gelmeye başladığımda en önce, etrafta koşturup duran insanları gördüm. Bembeyaz önlükleri vardı üstlerinde. Dilim damağım yine kurumuş. Yapışmış dudaklarımı aralayıp su istemeye çalıştım ama sesim bir fısıltıdan öteye gitmedi. Ayılmaya başladığımı gören güzel bir hemşire, yanı başımda duran sürahiden bir bardak su koydu ve bana uzattı ama sonra elimde derman olmadığını anlayınca içmem için yardım etti. Ben suyu ufak ufak yudumlamaya çalışırken o, tombul elinin tersini alnıma koymuş, ateşimin olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ağır hareketlerle yatakta doğrulup etrafa göz gezdirdim. Hastaneydi burası, eski püskü bir devlet hastanesi. Demek ki gördüğüm rüyaymış. “Kâbus” mu demeliydim yoksa? Rüyada tren rayı ve gazete görmenin ne anlama geldiğini anneme sormam lazım. Gerçi ne rüya görürsem göreyim diyeceği şey her zaman için aynıydı. “Hayırlara gelsin, git suya anlat.”

      O esnada hemşire sağı solu toparlamakla meşguldü, kendisine seslendim.

      “Ne oldu bana?”

      “Üç gün önce hastaneye getirdiler seni. Sürekli sayıklıyorsun, üstelik ateşin de bir türlü düşmedi. Tifoya yakalandığını düşündük ama çok şükür ki değilsin. Şimdi iyisin maşallah.”

      Tifo da neydi? Ayrıca üç gündür hastanede ne işim vardı benim? Kesin hafta sonu içki muhabbetini fazla kaçırmış ve alkol komasına girmiştim. Daha önce de olmuştu bu ama üç gün hastanede kalacak kadar içemezdim ki ben. Karıştırdım herhalde, ondandır. Ağzımızla içmeyi öğrenemedik bir türlü!

      Sağımı solumu yokladım, herhangi bir yara izi de yoktu ortada; böbrekler yerindeydi yani. Kimse arayıp sormamıştı, üstelik annem de yoktu yanımda. Bir an önce haber vermeliydim, kim bilir ne merak etmiştir kadıncağız beni. Sorsa ne cevap verecektim ki? Hemen annemi aramak için telefonuma bakındıysam da etrafta göremedim, kesin şarjı bitip kapanmıştır zaten. Hemşire odadan ayrılmaya hazırlanıyordu…

      “Telefonumu gördünüz mü acaba?”

      Ufak bir tebessüm haricinde herhangi bir cevap alamadım hemşireden. Anlaşıldığı üzere yeni bir telefon almam gerekiyordu.

      “Peki kim getirdi beni hastaneye?

      “Kendisine sorsana…”

      “Kime sorayım?”

      Hemşire yüzündeki tebessümünü hiç bozmadan başıyla yanımdaki sandalyeyi işaret etti. Ürkek ürkek kafamı yana çevirdiğim anda boyuma posuma yakışmayacak tizlikte bir çığlık attım ve üstümdeki beyaz pikeyi başıma çektim. Yine o aynı gazeteci çocuğu görmüştüm. Rüyamda gördüğüm aynı şekliyle bu sefer yanımda oturuyor, kucağında tuttuğu bir tomar gazetesiyle gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Korku filmi sahnesi gibiydi. Pikenin altından hemşirenin ayak seslerini duydum. Yanıma yaklaştı ve engel olmama rağmen pikeyi başımdan çekip aldı. “Acaba neyin var senin böyle” der gibilerinden gözlerini kısarak bana bakıyordu. Korkarak sordum.

      “Duruyor mu orada?”

      “Kim duruyor mu?”

      “Gazeteci çocuk.”

      “Tanımıyor musun onu? Hastaneye o getirdi seni.”

      Sonradan öğrendiğim kadarıyla garda bayıldığımda, hamalın tekine para verip beni hastaneye kadar getirmiş gerçekten de. Üç gündür ateşler içinde hastanede yatıyor ve sürekli gelecekten geldiğimi sayıklıyormuşum. Sonradan isminin “Aydın” olduğunu öğrendiğim gazeteci çocuk da o günden beri beni her gün ziyarete geliyormuş.

      “Abi sen hakikaten gelecekten mi geldin? Üç gündür bunu sayıklayıp duruyorsun. İnandığımdan değil ama tam haberi yapılacak adamsın.”

      O bunları söylerken ben hareketsiz bir şekilde ve donuk gözlerle yattığım hastane yatağından Haydarpaşa Garı’nın da gözüktüğü Kadıköy manzarasına bakıyordum. Gördüklerime bir anlam vermeye çalışsam da bir türlü mantığa oturtamıyordum olanları. Kafamda ihtimaller bir o yana bir bu yana dolanıp duruyordu. Bir an için ölüp yeniden dirildiğim düşüncesine kapılıyor ama hemen sonra o düşünceden sıyrılıp paralel evrende gezinti yaptığım varsayımlarına dalıyordum. Rüya olma ihtimali de yüksekti ama bu kadar gerçekçi olması korkutuyordu beni. Pikenin altından karnıma çektiğim bacağımı çimdikledim, canım yanmıştı.

      Yanı başımda oturan gazeteci çocuğun elimi dürtmesiyle bu düşüncelerden uyandım ve bir süreliğine gözlerine bakakaldım. O, elini sallayıp parmaklarını şaklatırken ben boş boş ona bakıyordum. Elini elimde hissediyor, “Abi abi…” diye seslenmesini duyuyor, fıldır fıldır gözlerini, meraklı bakışlarını görüyordum. Her şey tamamıyla gerçekti işte!

      Geçirdiğim bu kısa süreli şoktan sonra çocuğa döndüm ve son olarak ne hatırladığımı anlatmaya çalıştım. Bir akşam Kadıköy’de, bir meyhanede yiyip içtiğimizi ama masadan kalktıktan sonrasını hatırlamadığımı söyledim. Bir sonraki hatırladığım şey ise 1938 yılının Mayıs ayında, Haydarpaşa Garı’nda uyandığımdı.

      Yeni terlemeye başlamış bıyıklarının altından gülüyordu ben bunları anlatırken. Kendim bile içinde bulunduğum durumu anlayamazken bir de bunu başkalarına anlatmak cidden zor bir işti. Aydın hiç durmadan sorular soruyor, çocuk olmasına rağmen ilginç bir malzeme bulduğu için haberi kaçırmak istemeyen fırsatçı bir gazeteci gibi üstüme yükleniyordu. Tıknaz vücudunun üstünde dalgalı siyah saçlarının süslediği kocaman kafasıyla çok şeker bir çocuktu. Kavruk tenine uyumlu simsiyah iri gözleriyle meraklı meraklı beni inceliyordu sürekli.

      Aydın’dan bir gazete uzatmasını rica ettim. İlk karşılaşmamızın aksine maddi bir beklentisi olmadan tomarın içinden bir gazete çekti ve bana uzattı. Soruları hiç durmadan devam ediyordu. Yattığım hastane yatağında biraz daha doğrulup sırtımı yastığa yasladım ve gazetenin sayfalarını açtım. Doğrudan tarih bölümüne gitti gözüm. Kahretsin! Gerçekten de “31 Mayıs 1938 Salı” yazıyordu. Kendi zamanımın tam 85 yıl gerisindeydim. Ya da asıl zamanım bu zaman mıydı? Olamazdı çünkü buraya tamamen yabancı hissediyordum kendimi. Üstelik yaşadığım zamanla ilgili her şey tek tek aklımdaydı. Bir sürü sorudan hiçbirini cevaplayamayınca içim daraldı ve ayağa kalkmak için doğruldum, pencereden dışarı bakmak istiyordum. Bana giydirdikleri mavi pijama, terden dolayı kıçıma başıma yapışmıştı. Uzun zamandır yatışta olduğum için kalktığımda bir miktar sendelediysem de Aydın’a tutunup dengemi sağladım. Gözlerim dışarıda tanıdık bir şeyler aradı. Sokakta gördüğüm her şeye aşinaydım elbette ama sanki hepsini çok uzaktan tanıyor gibiydim. Gördüğüm kadarıyla yakından tanıdığım tek şey sokak hayvanlarıydı. Yani kediler ve köpekler, sadece onlar aynı gözüküyordu. Onlara, İstanbul’un asıl sahipleri denmesi boşuna değilmiş meğerse.

      Peki ama nasıl gelmiştim ben buraya ve en son ne yapıyordum gerçek hayatımda? Yoksa ben şu anda gerçek hayatımda mıydım? Kafam gitgide karışıyor ve bu bilinmezlikler beni neredeyse deliliğe sürüklüyordu. Öyle ki bir an için kendi varlığımdan bile şüphe duymaya başladım. Bunları düşünmekten

Скачать книгу