Скачать книгу

fark eden adam, “O günlere yeniden kavuşacağız!” demişti. Büyük bir sır veriyor gibiydi. “Kolay olmasa da kavuşacağız.”

      Annesi dayanamayıp, “Çok uğraştınız, ama yok, olmuyor!” diye karşılık vermişti. “Bu gerçeği kabul etmenin zamanı gelmedi mi?” Öfkeyle değil, üzüntüyle söylemişti bunu.

      Büyükbabasının yüzüne buruk bir gülümseme yerleşmişti. O gün Pamir büyükbabasını son kez görmüştü. Ziyaretler yerini birkaç cümleden ibaret mesajlara bırakmıştı. Sonra mesajlar da kesilmişti. Ta ki birkaç gün öncesine dek!..

      Pamir’e, büyükbabası tarafından bir zarf gönderilmişti. Zarftan Pamir’e hitaben yazılmış bir mektup, bir harita ve başka bir zarf daha çıkmıştı.

      Büyükbabası torununa yazdığı mektuba, “Sevgili Pamir.” diye başlamıştı.

      Bir süredir bağlantımız kopsa da bu, seni düşünmediğim anlamına gelmiyor. Hayatım araştırmalar ve seyahatler arasında geçti. Annenin dediği gibi, belki de artık olmayan bir dünyaya kavuşma çabasıyla… Ama aslında öyle bir yer, biri tarafından keşfedildi. Gönderdiğim harita bunun kanıtı.

      Senden, haritayla içinde bir not olan diğer zarfı, belirttiğim adresteki kişiye vermeni istiyorum. Seni bu işe karıştırmamayı tercih ederdim. Ancak dünyanın uzak bir köşesindeyim. İletiyi şahsen ulaştırmak için uzun bir tren yolculuğunu kaldıracak güçte değilim. Üstelik güvenebileceğim tek kişi sensin. Haritayla notu doğru kişiye teslim et. Yanlış ellere geçmesi her şeyin sonu olur! Aklını kurcalayan sorular olacaktır mutlaka. Şanslıysan hepsine cevap bulacaksın. Çok dikkatli olman gerektiğini unutma. Her an gözünü dört açmalısın.

      Seni seven büyükbaban…

      Pamir, mektubu yüzünde gittikçe artan bir hayret ifadesiyle okumuştu. Büyükbabasının ona güvenmesi gurur vericiydi. Diğer yandan Pamir’in neye ya da kime karşı dikkatli olması gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Hatta nasıl dikkatli olacağına dair de…

      Pamir trenden inince saati kontrol etti. Öğlen olmak üzereydi. Hava her zamankinden daha sıcak ve yapış yapış gibi geldi. Büyükbabasının yazdığı adrese baktı: Hindiba Yolu No. 14 Işık Limanı Kasabası. Işık Limanı’ndaydı, geriye Hindiba Yolu’nu bulmak kalmıştı. Kasabanın küçük olduğunu tahmin ediyordu. Adresi ve aradığı kişiyi bulması ne kadar zor olabilirdi ki? Her şey umduğu gibi giderse fena olmazdı. Böylece emaneti teslim edip ilk trenle eve dönerdi.

      Gözüne kestirdiği gar görevlisine yaklaşıp adresi sordu. Görevli kısa bir süre düşündükten sonra, “Kasabanın diğer ucunda.” dedi. “Denizden uzak olan tarafta.”

      Pamir hızlı adımlarla görevlinin tarif ettiği yöne doğru yürümeye koyuldu. Hemen arkasından trenden inen ve peşine takılan adamdan habersizdi.

*

      Vücudu, sanki artık ince ve uzun oluşuna dayanamayıp bükülmüştü. Kemikleri kambur sırtından ve omuzlarından fırlayacakmış gibi belirgindi. Seyrelmiş beyaz saçlarını geriye doğru taramıştı. Böylece geniş alnı ortaya çıkıyordu. Kanca burnu yaşlandıkça iyice sivrilmiş, kare şeklindeki çenesi iyice uzamıştı. Gözleri siyahtı, çukura kaçmış gibiydi. Yüzündeki derin kırışıklıklar iç içe geçmişti. O hâliyle, antika eşyalarla dolu, ahşap kaplamalı odaya hükmediyordu.

      Bir süredir yanında çalışan iri cüsseli adama döndü. “Hımm, demek torununa bir zarf göndermiş!” dedi. “Sonunda Profesör’ün dayanamayıp harekete geçeceğini biliyordum. Gerçi zarfı, çocuğa ulaşmadan önce ele geçirseydin işimiz kolaylaşacaktı.” Yüzüne kibir dolu ve haince bir ifade yerleşti. “Çocuğu takip et, ilk fırsatta zarfı ondan al. İçinde Kâşif’in haritası olduğuna eminim. Bana yıllar önce sözünü ettiği harita… Bulduğu şey herkesten önce benim olmalı!”

      Koral adındaki iri cüsseli adam karşısındakini başıyla onaylamıştı. Odadaki antikalardan daha da eski olan yapıdan dışarı çıkıp tren garına yönelmişti. Bir yandan da telefonuna büyük harflerle kaydettiği kişiye kısa bir mesaj göndermişti.

      2. Bölüm

      Alet, Edevat, İcat Dükkânı

      Ada’yla Doruk, iki katlı, taş ve ahşap karışımı yapıya baktılar. Dik kayaların dibi dükkân açmak için oldukça tuhaf bir yerdi. İnsanların yolunun üstünde olmadığı kesindi.

      Giriş kapısının yanında, yere bir tabela çakılıydı. Tabeladaki yazının kimi harfleri silinmeye yüz tutmuştu, ama yine de okunuyordu. İki kardeş bir ağızdan, “Alet, Edevat, İcat Dükkânı mı?” dediler hayretle. Nasıl bir dükkândı bu böyle?

      Ada, “Böylece amcamızın ne iş yaptığını öğrendik.” diye ekledi. “Mucitmiş!”

      “Nasıl biri olduğunu artık daha çok merak ediyorum.” Doruk, iki elini yüzünün iki yanına siper edip dükkânın camına burnunu dayadı.

      “İçeriyi de merak ediyorsun anlaşılan!” Ada da Doruk gibi yaptı. O da en az ağabeyi kadar meraklıydı.

      Bir şey göremediler. Cam kirliydi, dışarı ışık süzülmüyordu. Doruk bu defa kapının üstündeki tokmağa uzandı. Tokmak da oldukça tuhaftı, hatta biraz ürkütücüydü. El şeklindeydi ve metalden parmaklarını kibarca aşağıya doğru uzatmıştı.

      Doruk tokmağı çevirince kapı gıcırdayarak açıldı. Gıcırtıya, kapının üst kısmındaki küçük çanın sesi eşlik etti. Belli ki müşterilerin geldiğini duyurmak için takılmıştı.

      İçeride hiç hareket yoktu. Onlar da bir an kımıldamadan durdular. Sanki geri dönmekle içeri girmek arasında kararsız kalmışlardı. Ama nereye gidebilirlerdi ki? Evlerine dönecek değillerdi. Neredeyse parmaklarının ucunda içeri adım attılar. Kapı yine gıcırtıyla ve çanın çınlamasıyla arkalarından kapandı. Böylece sis ve boğucu hava dışarıda kaldı.

      İlk kez böyle bir yer görüyorlardı. Gözlerini tıklım tıklım dolu dükkânda gezdirdiler. Her şey hem eski hem de epeyce döküntüydü! Alet, edevat, icat dükkânı yerine hırdavatçı ya da hurdacı demek daha uygundu.

      Demir ve ahşap masalar bir kenara yığılmıştı. Kırıklarla ve çatlaklarla süslüydüler sanki. Birkaç tane metal ve tahta yerküre yan yana diziliydi. Duvarlarda, zamanı birbirinden farklı gösteren saatler asılıydı; birine göre saat neredeyse yediydi, bir diğerine göre öğlen ya da gece yarısıydı. Yelkovanlar hiç aceleleri yokmuşçasına hafif tıkırtılarla ilerliyordu. Saatlerden birkaçı ise durmuş, böylece sonsuz bir sessizliğe bürünmüştü. Gündüz olmasına rağmen, içerisi loştu. O yüzden ışığa ihtiyaç vardı. Kenardaki, insan boyutlarında gece lambası cılız bir ışık yayıyordu; lambayı taşıyan paslı demir çubuk daha uzun olsaydı pekâlâ sokak lambası olarak iş görürdü. O cılız ışığa, demir ayaklı şamdanlarda yanan mumlar eşlik ediyordu. Mumlardan içerideki karmaşaya hiç uymayan bir koku yayılıyordu; tarçın, portakal ve limon kabuğu karışımı…

      Ada kokuyu içine çekti. “Ne tatlı!” diye mırıldandı. Ağzında mayhoş bir tat bırakıyordu. Mumların aydınlatmak için değil de koku yaymak için yakıldığını tahmin etti.

      Doruk, “Ediz amca.” diye seslendi. Cevap yerine yelkovanların tıkırtıları duyuldu. Ardından eşya yığınının arasında ağır adımlarla yürüdü. Birden gözleri heyecanla büyüdü. “Bu da ne böyle?”

      Ağabeyinin

Скачать книгу