Скачать книгу

aklı Dünya”ya yolculuk etmeme vesile olan sevgili Banu Uğurlu Üstündağ’a, sevgili Fatih Üstündağ’a ve sevgili editörüm Hülya Şat’a çok teşekkür ederim. Zihnimi açan fikirleriyle bu kitabın her sayfasında izi olan, çevre dostu, sevgili kızım Alara’ya çok teşekkür ederim.

      Ayrıca içinde yaşadığım ormana, bahçemizdeki kiraz ağacına ve her sabah beni de sohbetlerine ortak eden kuşlara da minnet dolu teşekkürler…

      Giriş

      Dünya değişime uğramış, doğanın görüntüsü farklılaşmıştı. Nedeni ise doğanın hor kullanılmasıydı. İnsanlar doğanın güçlü olduğunu, ne zarar verirlerse versinler kendini koruyabileceğini sanmışlardı. Oysa doğa güçlü olduğu kadar kırılgandı da…

      Her şey modern hayatın sunduklarıyla başlamıştı. Aşırı tüketim, gelişen sanayiyle teknoloji; otomobiller, uçaklar, yaşam alanlarını kışın ısıtan, yazın soğutan araçlar, insanların yerine iş gören makineler… Tüm bunları çalıştırmak için kullanılan yakıtlar… Fosil yakıtlar! Onlar yandıkça havaya sera gazları karışmış, gökyüzünde birikmişti. Böylelikle dünya atmosferinin doğal olarak yarattığı sera etkisi bozulmuştu. Oysa yaşamın var olması için gereken güneş ısısının bir kısmını tuttuğu için çok önemliydi. Canlıların bildikleri, alışık oldukları iklimde yaşamaları için gerekliydi.

      Sera etkisinin bozulmasıyla dünyanın ısısı yükselmiş, ısı yükseldikçe iklim değişmiş, iklim değiştikçe doğa değişmişti. Önce belli belirsizdi değişim, sonra hızını artırarak etkisini göstermişti. Su kaynaklarının atıklarla kirlenmesi de cabasıydı. İnsanların hoyratlığı kalıcı hasar bırakmıştı.

      Bu endişe verici duruma engel olmaya çalışan bilim insanlarına karşılık, vurdumduymaz davrananlar vardı. Alışkanlıklarından vazgeçmemişlerdi. Ta ki dünyaya zarar verdikçe aslında kendilerine de zarar verdiklerini anlayana dek…

      Zamanla fosil yakıtlarla çalışan taşıtlar ve makineler tarihe karıştı. Ancak ardı ardına doğal afetler yaşanmış, kimi canlı türlerinin nesli tükenmişti bile! Artık doğanın renklerinin kara, gri ve bulanık olduğu, mevsimlerin yaşanmadığı, boğucu havanın hüküm sürdüğü, lezzetli suya ulaşmanın zorlaştığı bir dünya vardı.

      1. Bölüm

      Işık Limanı

      Tren, uzun köprülerle kaplı yolları geride bırakıp Işık Limanı adlı sahil kasabasına vardı. Gerçi kasabada ışıktan eser yoktu. Limanı ise kullanılmaz durumdaydı. Aslına bakılırsa bir süredir adıyla uyumsuz bir kasabaydı. Tıpkı yeryüzünün, “mavi gezegen” benzetmesiyle artık uyumsuz olması gibi…

      Neredeyse öğle vaktiydi. Yol boyu vagonları çevreleyen koyu sis, kasabanın üzerine de çöreklenmişti. Bir zamanlar tren garının bulunduğu yerden görünen deniz de sise karışmıştı. Aslında böylelikle çirkinliği göze batmıyordu. Çünkü deniz, sarıyla kahverengi arası bir tortudan ibaretti. Kayalara vuracak gücü olmayan dalgalar ise ağır bir sıvıdan farksızdı. Eskiden kendini hissettiren iyotla karışık yosun kokusu artık duyulmuyordu. Zaten o iç rahatlatan kokuyu hatırlayan da yoktu. Yıllar önce yerini paslı metali andıran bir kokuya bırakmıştı.

      Ada’yla Doruk sırt çantalarını alıp trenden indiler. Sıcak havanın üstlerine yapıştığını hissedince yüzlerini buruşturdular. Dışarısı vagonun içinden de sıcaktı.

      İki kardeş, haritada yerini güçlükle buldukları bu kasabaya, amcalarının yanında birkaç hafta geçirmek üzere gelmişlerdi. Adını defalarca duydukları Ediz amcayla ilk kez karşılaşacaklardı. Bu yüzden heyecanlıydılar.

      Doruk, amcasının aralarında olup olmadığını anlamak için çevredekilere göz gezdirdi. Ardından cebinden çıkarttığı fotoğrafa baktı. Fotoğraftaki uzun boylu, geniş omuzlu ve siyah saçlı adam muzipçe gülümsüyordu. Yüz hatlarına ve gülümsemesine bakılırsa sanki Doruk’un yirmi yıl sonraki hâliydi. Zaten babası sık sık bu benzerliğe dem vurmaz mıydı? “Aynı amcan gibisin.” derdi.

      Doruk, benzerlik bununla sınırlı olmalı, diye aklından geçirdi. Çünkü amcasının oldukça ilginç biri olduğunu düşünürdü hep. Giyim tarzı da bunun göstergesiydi. Fotoğraftaki adamın üzerinde kabarık, uzun kollu beyaz bir gömlek ve kahverengi bir yelek vardı. Doruk’un asıl ilgisini çeken ise yelekten sarkan köstekli saatle amcasının sağ gözündeki mercekti. Daha önce tek camlı gözlük takan biriyle karşılaşmamıştı. Amcası sanki başka bir dünyaya aitti.

      Ada, ağabeyine, “O fotoğrafla etraftaki insanları boşuna karşılaştırma.” dedi. “Belli ki bizi karşılamaya gelmemiş.”

      Ada hayal kırıklığına uğramakla birlikte bu durumu pek tuhaf bulmamıştı. Annesiyle babasının, amcaları hakkındaki konuşmalarına kaç kez kulak misafiri olmuştu. Her ne kadar fısıldayarak konuştuklarını zannetseler de… Babası, telefonunu açmayan kardeşine günlerce ulaşamayınca endişelenirdi. Annesi ise meraklanmamasını, nasılsa yakında ortaya çıkacağını söylerdi. Amcası, onu haklı çıkarmak istercesine gece yarısı gibi hiç de uygun olmayan bir saatte arardı. Telefon görüşmesi birkaç cümleden ibaret olurdu. Ardından Ada, babasının, annesine, “İyiymiş!” dediğini duyardı.

      Ada, amcasının onları karşılamaya gelmemesini işte bu yüzden tuhaf bulmamıştı. Belki de yine ortadan kaybolmuştu. Ancak bu durumun kısa süreli olmasını umdu. Kahverengi gözlerini kocaman açtı. Ondan yalnızca bir yaş büyük olan ağabeyine baktı. Ada’nın gözleri uzunlu kısalı saman sarısı kâküllerin arasından zor seçiliyordu. Saç kesimi tamamen kendisine aitti. Yalnızca kâkülleri değil, omuzlarına inen saç uçları da başına buyruk uzamış gibiydi. Heyecanlı ve neşeli karakteriyle uyum içindeydi. “Geleceğimizi unutmamıştır, değil mi?” diye sordu.

      Ağabeyi, “Umarım.” dedi.

      Ada, babasının bir kâğıda yazıp verdiği adresi Doruk’a uzattı. “Anlaşılan iş başa düştü!”

      “Öyle görünüyor. Bir an önce amcamın evini bulsak iyi olur.”

      Vakit kaybetmeden, gardaki yolcuları yönlendiren görevliye adresi sordular.

      Görevli, “Hımm, demek Kayalık Çıkmazı No. 9’u arıyorsunuz.” dedi. Eliyle bir yönü işaret etti. “Buradan düz gidin. Vardığınızda anlarsınız.”

      Aslında hiç anlaşılır olmayan bu cevap karşısında iki kardeş bakıştılar. O sırada diğer yolculardan birine yardımcı olan görevliye başka bir şey soramadılar.

      Gardaki görevli haksız değildi. Birkaç katlı evlerin arasından geçip düz gitmeleri yeterli oldu. Kayalık Çıkmazı’na vardıklarında doğru yerde olduklarını anladılar. “Çıkmaz” adı üstünde, tam da yüksek kayalara bakıyordu. Yol ise kayaların başında sonlanıyordu. Çocukları asıl şaşırtan, çıkmazın sonundaki 9 numaralı yapı oldu. Önüne geldiklerinde sessizce bakıştılar. İşte bunu hiç tahmin etmemişlerdi; adres eve değil, bir dükkâna aitti.

*

      Tren gara yaklaşırken Pamir vagonun penceresinden dışarı baktı. Kasabaya varmıştı varmasına ama dışarısının görüntüsü değişmemişti. Hâlâ trene yol boyu eşlik eden sisten ibaretti.

      Birkaç gün öncesine dek varlığını önemsemediği, Işık Limanı adlı kasabaya gelişinin tek bir nedeni vardı: Bir emaneti teslim etmek. Büyükbabasının emanetini!

      Pamir’in çocukluğuna dair en güzel anılarında hep büyükbabası yer alırdı. Senede birkaç defa Pamirleri ziyaret ederdi. Kapıdan girer girmez ise evin atmosferi değişirdi. Pamir onun gelişlerini iple çekerdi.

      Büyükbabası, kendi çocukluğunda kalan başka bir dünyaya aitti sanki! O dünyayı Pamir’e anlatmayı çok severdi. Pamir ise merakla dinlerdi. Büyükbabasından duyduğu her şeyi gizemli bulurdu. Mevsimleri, mevsimler değiştikçe ısısıyla, rengiyle, kokusuyla değişen doğayı…

      Bir defasında, doğanın kokusunun nasıl olup da değiştiğini sormuştu. Büyükbabası, “Otların, çiçeklerin, ağaçların çeşitleri değiştikçe doğanın kokusu da değişirdi.” diye açıklamıştı. “Çoğu yok olup gitti.” İç çekmişti. “Hatta baharın tatlı esintisiyle kuşların cıvıltıları bile değişirdi. Coşarlardı,

Скачать книгу