ТОП просматриваемых книг сайта:
ESRARENGIZ KELIMELER. AYDIN ALMILA
Читать онлайн.Название ESRARENGIZ KELIMELER
Год выпуска 0
isbn 9789752122406
Автор произведения AYDIN ALMILA
Издательство Автор
Edebiyata dair şahane sohbetleriyle ufkumu açan, tanıdığım en çılgın okuyucu, sevgili kızım Alara’ya da çok teşekkürler…
Ve bu kitapta yer alan, yer almasa da kalbime taht kurmuş olan; çocukluğumdan beri düşünceleriyle, hayalleriyle hayatımı zenginleştiren yazarlara sonsuz teşekkürler…
1. Bölüm
Adsız Kitap
İkinci kattaki salonun tamamını gören masalardan birine oturmuş, saatlerdir oyalanıyordu. Dışarıdan bakıldığında, halk kütüphanesinin sıradan ziyaretçilerinden farksızdı; kitap okuyormuş gibi duruyordu. Oysa çevirdiği sayfalardaki tek bir kelimeyi bile gördüğü yoktu. Aklı başka yerdeydi. Dikkat çekmemek için önüne siper edercesine yığdığı kitapların ardına sinmiş, bundan sonra atacağı adımları planlıyordu. Sürekli hızlı ve uyanık olması gerekiyordu. Aslında o günkü görevi için basit bile denilebilirdi. Elindeki kitaptan kurtulacaktı, hepsi o kadar! Asıl hareket ondan sonra başlayacaktı. Tabii çocuk bekledikleri gibi çıkarsa… Yoksa peşine düşecek başka birini bulacaktı. Başka bir kitap, başka bir çocuk, diye aklından geçirdi. Eli düşünmeden bıyığına gitti, hafifçe üstüne bastırdı. Gözlerini salonda gezdirerek beklemeyi sürdürdü.
Mert halk kütüphanesinin ikinci katındaki kocaman salonun en kuytu köşesine yerleşeli birkaç saat olmuştu. Ama henüz ödevini yarılayamamıştı bile. Yarılamak ne kelime, sadece bir tek paragraf yazmıştı.
Gözü, önünde açık duran dizüstü bilgisayarının alt kısmındaki sayılara kaydı. Kelime sayısı 72’ydi. Sadece 72! Yanaklarını şişirerek pufladı. Dönem ödevlerini sevdiği söylenemezdi. Aslında kolaymış gibi görünürlerdi, çünkü konu baştan belli olurdu, sonrası sana bağlıydı. Konuya dair ilgini çeken kısımları uzatabilirdin. Öğretmen ise ödev umduğu gibi olmasa bile, uğraştığını görüp kötü not vermezdi. Ama ilgini çeken hiçbir yanı yoksa, işin iş demekti!
Elini yumruk yaptığı yanağına dayayıp önündeki kitap yığınına baktı. Gören üniversite bitirme tezi hazırladığını bile düşünebilirdi. Oysa yapması gereken, sevdiği yazarlardan birinin bir kitabını seçip incelemekten ibaretti. Önce kitabın geniş bir özetini çıkartacaktı. Sonra da ilk kez karşılaştığı deyimler ya da kelimeler varsa – ki hep olurdu – listeleyip anlamlarını yazacaktı. Bir de kitaptan neden etkilendiğini ekleyecekti. Kitaplarla arası iyi olan biri için zor bir iş sayılmazdı. Ama işte Mert’in asıl sorunu buydu. Kitaplarla arası hiç iyi değildi. Elbette onlara karşı bir düşmanlık beslemiyordu. Hatta faydalı olduklarını düşünüyordu, brokolinin faydalı oluşu gibi… Kimileri için kullanılan, elinden hiç kitap düşmez deyiminin Mert’le uzaktan yakından ilgisi yoktu.
O gün okul çıkışı eve uğramış, daha hızlı yazabilmek için dizüstünü kaptığı gibi kütüphaneye yollanmıştı. Adını duyduğu ya da daha önce ilk birkaç bölümünü okuduğu kitapları kütüphaneciye sıralamıştı. Kitapların isimlerini sıralarken bile zorlanmıştı. Neyse ki kütüphaneci uyanık bir kadındı. Birkaç dakika sonra elinde yığınla geri gelmişti. Mert, adını verdiği kitapların özetlerini içeren bir yayın olup olmadığını sormayı da ihmal etmemiş, kütüphanecinin ters bakışı, sorusuna net bir cevap olmuştu.
Masanın kenarındaki yığından gözünü ayırmadan yeniden pufladı. Sayfa sayısına ve puntolarının büyüklüğüne göre bir kitap seçmeyi planlamıştı. Şimdi önündekilerin hepsi ona fazlasıyla kalın görünüyorlardı. Ardından bakışları dizüstünün ekranındaki 72 kelimeye kaydı. Ödevinin giriş kısmını oluşturacak, kitap okumayı yücelten cümlelerden ibaretti. Üstelik hiçbiri Mert’e ait değildi. Hepsini kütüphanenin girişine bırakılmış el ilanlarından araklamıştı. Dizüstünü getirmeyi akıl etmesi ne de faydalı olmuştu! Gerçekten de hızlı yazmıştı, daha doğrusu kopyalamıştı! Saatte yaklaşık 28 kelime!
İnternetin nimetlerinden faydalanabilseydi, belki ödevini birkaç saat içinde bitirebilirdi. Gerçi Bilge Öğretmen her zamanki gibi formdaydı! Ve bu konuda uyarısını yapmıştı. Kopyalanıp yapıştırılmış cümlelerle dolu bir ödev istemediğini birkaç kez tekrarlamıştı. “Özellikle de ödev sitelerinden aşırılmış tek bir cümle bile görmesem iyi olur.” demişti. “Hazıra konmayı değil; okumayı, incelemeyi, araştırmayı öğrenmelisiniz.” Konuşurken, sesindeki tehditkâr havayı sezmemek mümkün değildi! Mert, durumum umutsuz, diye düşündü. İncelemek ve araştırmak konusunda da becerikli sayılmazdı.
Sonra aklına sınıfın en çalışkanı geçinen Sarp’ın, öğretmene yönelttiği soru geldi. “Sayfa sayısı belirlemeyecek misiniz? Örneğin, ben en az beş yüz sayfalık kitapları okumayı tercih ederim.” Nasıl da abartmıştı!
Neyse ki Bilge Öğretmen ukalalık yapılmasından hoşlanmayan biriydi. Yoksa Mert’in durumu daha da umutsuz olacaktı. Sarp’a, dalgalı kızıl saçlarının çevrelediği kocaman yeşil gözlerini dikmiş, “Herkes kendi tercihini yapmakta özgür.” demişti. “Sen istersen beş yüz sayfalık kitap okuyabilirsin tabii.” Ardından yine sınıfa dönmüştü. “Ödevinizi teslim etmek için iki hafta süreniz olduğunu unutmayın.”
Mert sıkıntıyla içini çekti. Aslında o anda kendisine neyin iyi geleceğini biliyordu. Gözlerini ekrandan ayırmadan, sandalyenin kenarında asılı duran sırt çantasının yan cebinden kulaklıklarını çıkarttı. Dizüstüne takıp John Bonham’ın bateri solosunu dinlemeye koyuldu. Çok geçmeden bagetlerin yön verdiği ritme bırakmıştı bile kendini. Zaten şarkıların da sözlerine dikkat etmezdi, yalnızca ritimlerini dinlerdi. Kelimelerle arasının iyi olmadığı belliydi işte!
Bateriyle ilk kez geçen yılki okul gezisinde tanışmıştı. Müzik öğretmenleri, sınıfı mezun olduğu konservatuvara götürmüştü. Tüm bir öğleden sonra birbirinden farklı müzik aletlerini denemişlerdi. Aslında epey hareketli bir gün geçirmişlerdi. Arp yerle bir olmaktan son anda kurtulmuştu. Piyanonun kapağı, çocuklardan biri sayesinde piyanistin ellerine inmek üzereyken, kadıncağız parmaklarını son anda çekebilmişti. Muhtemelen müzik öğretmenleri bir daha böyle bir gezi düzenlemeye kalkışmayacaktı.
Mert o gün en çok bateriyi sevmişti, ancak bir daha çalmak için fırsatı olmamıştı. Okullarında bateri yoktu. Eve alınması ise söz konusu bile değildi. Annesi Mert’in, bateri, dediğini duyar duymaz gözlerini devirmişti. “Önce apartmandan, sonra da mahalleden kapı dışarı ediliriz. Sen onun nasıl ses çıkarttığını bilmiyorsun herhâlde! İnsanı sağır eder!” Babası da annesini başıyla onaylamıştı. Gerçi Mert, bateri sözünü duyan babasının kısa bir an için bile olsa gözlerinin parıldadığına emindi.
Aslında sorun, Mert’in baterinin nasıl ses çıkarttığını bilmesiydi ve yine çalamadığından içi içini yiyordu. Bir defasında evde kimse yokken tencereleri ters çevirip, oklavayı baget olarak kullanmayı bile denemişti. Ancak yaşını başını almış yan komşuları, annesini haklı çıkartmaya kararlı olacak ki, bastonunu defalarca duvara vurmaktan hiç çekinmemişti. Böylece tencerelerle oklava yerlerine kalkmıştı. Mert’in bateri çalmakla ilgili hayalleri ise bilinmeyen bir zamana ertelenmişti. O günden beri de yalnızca bateristleri dinlemekle yetinir olmuştu. Müzik ona iyi geliyordu. Tarifi zordu; müzik dinlerken, sanki uzun süre susuz kalmış da artık kana kana su içebiliyormuş gibi hissediyordu.
Sonra, birkaç hafta önce apartmanın girişinde, yerde bir el ilanı bulmuştu. Çevredeki lokantaların evlere yemek servisi verdiklerini bildiren ilanların arasındaydı.
İlanın üst kısmında, yemyeşil geniş bir alana yayılmış, kulesiz bir şatoyu andıran görkemli bir yapının resmi vardı. Resmin altında ise, “Hayallerinizdeki okula kavuşmak bir tık ötenizde!” diye yazıyordu. “Yaz tatilinizi, sadece sevdiğiniz alanda kendinizi geliştirerek geçirmek istiyorsanız, bu fırsatı kaçırmayın! Bize ilgi duyduğunuz alanı da yazarak başvurun!”* Hemen ardından bir e-posta adresi geliyordu: hayallerinizdekiokul@hayallerinizdekiokul. com. Yıldız işaretine karşılık ise ilanın en altına neredeyse okunamayacak kadar küçük harflerle, “Ama elinizi çabuk, gözünüzü açık tutun! Sınırlı sayıda öğrenci kabul edilecektir!” diye eklenmişti.