Скачать книгу

Söyleyeceğin her ne ise bekleyebilir.” Ardından bana dönerek: “Lütfen devam et.”

      Rahat bir nefes aldım; çünkü en baştan başlatacağından çok korkmuştum.

      “Ve bir düşünce.” diyerek devam ettim. “İnsanların menfaatleri doğrultusunda kullanılamayacağı ve onların çıkarlarına herhangi bir katkısı olamayacağı için bir düşünce tarafından yönetilen insanlar maddi mülahazalardan etkilenmezler.”

      “Bu da size ders olsun, beyler.” diye haykırdı cümlem bitince, gergin bir ipin üstünde yürüyormuşum gibi her anımı pürdikkat takip eden Saint-Loup. “Sen ne diyecektin Gibergue?”

      “Arkadaşınızın bana Binbaşı Duroc’u anımsattığını söyleyecektim sadece. Âdeta o konuşuyormuş gibi geldi bana.”

      “Bu benim de aklıma defalarca kez geldi.” diye yanıtladı Saint-Loup. “Pek çok ortak noktaları var; ancak bu dostumuzda, Duroc’un sahip olmadığı binlerce şey olduğunu kendi gözlerinizle şahit olacaksınız.”

      Saint-Loup gelen tepkilerden pek memnun kalmamıştı. Arkadaşlarının önünde beni methederkenki hazzına şüphesiz eşlik eden coşkunluk hissi ve son derece akıcı bir konuşmayla, yarışta birinci gelen atı okşuyormuşçasına beni göklere çıkararak: “Tanıdığım en zeki insan sensin, bunu biliyorsun değil mi?” diyerek kendisini tasdikledi ve ekledi: “Sen ve Elstir. Onunla seni aynı kategoriye koymama darılmazsın umarım. Bilirsin ayrıntılara fazla takılırım. Şöyle ki, bir insanın Balzac’a söylediği gibi: ‘Siz yüzyılın en büyük romancısısınız, yani sen ve Stendhal.’ Aşırı takıntılı olmak böyle işte, aslına bakarsanız özünde büyük bir hayranlık duyuyorum. Değil mi? Sen Stendhal’i sevmez misin?” diye devam etti benim düşünceme duyduğu içten itimatla, bunu yaparken o yeşil gözlerindeki gülümseyen, etkileyici, âdeta bir çocuğun sorgulayıcı bakışlarındaki parıltı ifadelerinde ortaya çıkıyordu. “Ah, çok iyi! Demek benimle aynı fikirdesin; Bloch, Stendhal’a tahammül edemez. Bence bu çok ahmakça. Her şeye rağmen Parma Manastırı31 muazzam bir eser, sence de öyle değil mi? Benimle aynı fikirde olmana çok sevindim. Parma Manastırı’nda en çok neyi seversin, hadi söyle?” dedi çocuksu bir taşkınlıkla bana seslenerek. Fiziksel gücünün potansiyel tehdidi soruyu âdeta ürkütücü hâle getiriyordu. “Mosca mı? Fabrice mi?” M. de Norpois’yı biraz anımsattığından Mosca diye yanıtladım çekingen bir edayla. Bunun üzerine genç Siegfierd Saint-Loup kahkahalara boğuldu. “Fakat Mosca çok daha zeki, ayrıca hiç de ukala değil.” diye açıklama yaparken Robert “Bravo!” diyerek bağırıyor hatta alkışlıyor ve ardından nefessiz kalacak kadar kahkaha atıyor bir yandan da: “Mükemmel! Şahane! Tam anlamıyla inanılmazsın.” diyordu.

      Bu genç adamla, hatta Robert’in tüm arkadaşları ve Robert’in kendisiyle de olduğu gibi, kışlaları, garnizon komutanlarını ve genel olarak ordu hakkında konuşmaktan özellikle çok hoşlanıyordum. Ne kadar küçük olurlarsa olsunlar, ortasında yemek yediğimiz, sohbet ettiğimiz ve hayatımızı idame ettiğimiz şeyleri son derece büyütülmüş bir ölçekte görürüz; böylesine büyümeleri sayesinde, bu dünyada var olmayan diğer şeyler onlarla rekabet edemez, etkisini gösteremez ve kıyaslandığında bir rüya kadar güçsüz bir hâle bürünür; bense kışladaki çeşitli şahsiyetlerle, Saint-Loup’nun yanına gittiğimde ya da erken uyanmışsam, penceremin altından geçen alayda gördüğüm subaylarla ilgilenmeye başlamıştım. Saint-Loup’nun büyük hayranlık duyduğu binbaşı ve “estetik açıdan bile” çekici gelebilecek askerlik tarihini anlattığı ders hakkında daha fazla şey bilmek istiyordum. Robert’in ağzından çıkan kelimelerin genellikle bir laf salatasından ibaret olduğunu biliyordum; fakat bu durum, bazı zamanlarda tamamen kavrayabildiği faydalı düşünceleri özümsemesinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki, askerî bir bakış açısına sahip Robert’in kafası şu anda sadece Dreyfus Davası ile meşguldü. Masadaki tek Dreyfus sempatizanı olduğundan dolayı pek konuşmuyordu; diğer tarafımda oturan yeni arkadaşım dışında herkes davanın yeniden yargılanması fikrine karşıydı, gerçi yeni arkadaşımın da fikirleri oldukça tutarsız görünüyordu. Olağanüstü yetenekli bir subay olarak kabul edilen ve Dreyfus sempatizanlarının bir karşıtı olarak itibar kazanmasına sebebiyet verecek askerî emirleriyle ordu aleyhinde kışkırtmaları kınayan Albay’ın sıkı bir hayranı olan yeni arkadaşım, komutanının Dreyfus’ün suçluluğu konusunda şüpheleri olduğunu ve Picquart’a32 olan hayranlığında hiçbir değişiklik olmadığını düşündürecek varsayımlarına kulak misafiri olmuş. Hiç olmazsa Picquart konusunda Albay’a atfedilen Dreyfus sempatizanlığı söylentisi tıpkı her büyük davada ortaya atılan ve kimin ortaya çıkarttığı bilinmeyen bütün söylentiler gibi asılsızdı. Çünkü kısa bir süre sonra, eski istihbarat teşkilatı başkanını sorgulamak için görevlendirilen bu Albay, kendisine o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş gaddarlık ve nefretle muamele etmişti. Her hâlükârda (bilgi almak için doğruca Albay’a gitme izni doğal olarak verilmemişti), yeni arkadaşım Saint-Loup’ya, Albaylarının Dreyfus sempatizanlığı hususunda -en azından belli bir oranda- fanatik, dar görüşlü bir aleyhtar olmadığını -Katolik bir hanımın Yahudi bir hanıma, papazının Rusya’daki Yahudi soykırımını kınadığını ve bazı Yahudilerin cömertliğine açıkça hayran olduğunu söylerkenki ses tonuyla-söyleyerek iltifat etmişti.

      “Pek de şaşırmadım.” dedi Saint-Loup; “Ne de olsa zeki bir adam. Fakat buna rağmen, içinde bulunduğu sosyal sınıfın vermiş olduğu ön yargı ve bilhassa kilise yanlısı olması onun gözünü kör etmişti.” Ardından bana dönerek: “Sana sözünü ettiğim askerlik tarihi dersini anlatan Binbaşı Duroc görüşlerimizi yürekten destekliyor, yani bana söylenen bu. Zaten öyle olmasa çok şaşırırdım çünkü o yalnızca zeki bir adam değil aynı zamanda bir radikal-sosyalist ve bir mason.”

      Hem Saint-Loup’nun Dreyfus’e olan inancını açıkça ifade etmesinin üstüne rahatsız olan arkadaşlarına nezaketen hem de konu daha fazla ilgimi çektiğinden yanımdaki arkadaşıma, Binbaşı’nın verdiği hakiki bir estetik güzelliğe sahip olan askerlik tarihi gösterisinin doğru olup olmadığını sordum.

      “Kesinlikle doğru.”

      “Peki, bunu diyerek neyi kastediyorsunuz?”

      “Aslında, bir askerî tarihçinin anlatısında okuduğun her şey, mesela en küçük gerçekler, en önemsiz olaylar, bunların hepsi yalnızca analiz edilmesi gereken bir fikrin işaretleridir; bu fikirler çoğu zaman başka fikirlere ışık olur, tıpkı yeni metinleri yazmak için eskisinin kazındığı Eski Çağ parşömenleri gibi. Böylece, ilgilendiğiniz herhangi bir bilim ya da sanat kadar entelektüel bir çalışma alanıdır bu, üstelik zihni de tatmin eder.

      “Zahmet olmazsa bir iki örnek verebilir misiniz?”

      “Açıklaması pek de kolay bir şey değil.” diye araya girdi Saint-Loup. “Diyelim ki bilmem neredeki kolordudan gelmiş bir iletiyi okuyorsun… Daha ileriye gitmeye gerek bile yok, kolordunun asker sayısı, oradan gelen harekât emri, hepsinin kendi içinde bir önemi vardır. Harekât ilk kez denenmiyorsa ve aynı harekât için başka bir kolordu devreye giriyorsa, bu muhtemelen önceki kolorduların söz konusu harekâtta yok olduklarını, ağır kayıplar yaşadığının ya da artık başarılı bir şekilde harekâtı devam ettiremeyecek durumda olmalarının bir işaretidir. Ardından, artık eylemsiz olan kolordunun nasıl bir birlik olduğunu araştırmalıyız; eğer olası büyük taarruzlar için hazırda bekletilen artçı birliklerden oluşuyorsa, onun başaramadığı harekâtı daha düşük nitelikli yeni bir kolordunun başarma olasılığı oldukça azdır. Üstelik bir savaşın eşiğinde değilsek, bu yeni kurulan kolordu, geri çekilen ve bozguna uğramış birliklerin

Скачать книгу


<p>31</p>

La chartreuse de Parme, 1839 yılında Stendhal tarafından yayımlanan bir roman. (ç.n.)

<p>32</p>

Marie-Georges Picquart Fransız subay ve sonraki dönemde Fransa Savaş Bakanı. Dreyfus Olayı’ndaki kilit isimlerdendir. (ç.n.)