Скачать книгу

buldum ve kafa karışıklığımı gizlemek adına sanki çok doğal bir şeymiş gibi dobra dobra ifade ettim.

      “Olmaz, önce kendisinden izin almam gerekir.” diye cevapladı.

      Konuşurken kızardı. Zihninde bir çekince olduğunu, bana itimat etmediğini, bazı ahlaki kısıtlamalar çerçevesinde bana yardım edebileceğini görebiliyordum, bu yüzden ondan nefret ettim.

      Bununla birlikte, Saint-Loup’nun yalnız kalmadığımızda, arkadaşları da yanımızdayken bana ne kadar farklı davrandığını görmek beni incitti. Kasıtlı olarak böyle yaptığını düşünseydim artan nezaketi beni soğuturdu; fakat bunu yalnız kaldığımız zaman söylemeyip, genellikle benim olmadığım zamanlarda söylediği şeylerden dolayı, istemsizce yaptığını hissediyordum. Özel sohbetlerimizde şüphesiz benimle konuşmaktan mutlu olduğunu zannediyordum ama bu mutluluğunu neredeyse hiçbir zaman dile getirmezdi. Çoğunlukla, benim hakkımdaki düşüncelerini belirtirken, göz ucuyla kenardan arkadaşlarına bakardı, önceden sözünü ettiğine karşılık gelen bir etki yaratıp yaratmadığını görmek isterdi. Kızını sosyeteyle ilk kez tanıştıran bir annenin, kızının davranışlarını ve gelen tepkileri izlercesine yapıyordu bunu. İkimiz baş başayken söylediğim bir şeye yalnızca gülümseyecekken, diğerlerinin konuyu iyice anlamamış olacağının korkusuyla “Ne demek bu?” diyerek söylediklerimi tekrar ettiriyor, dikkat çekiyor, ardından hemen arkadaşlarına dönüp içten bir kahkaha atarak gözlerinin içine bakınca onların da gülmesine sebep oluyor, onlara sık sık ifade ettiği, benim hakkımdaki düşünceleri ilk bana da gösteriyordu. Bu durum üzerine, adını gazetede okuyan ya da kendisini aynada gören bir insan gibi kendimi birdenbire dışarıdan görmüştüm.

      Bu akşamlardan birinde, Mme. Blandais’yle ilgili eğlenceli bir hikâye anlatma isteği doğdu ancak hemen peşine kendimi durdurdum, Saint-Loup’nun bunu çoktan bildiğini, geldiğim gün bu hikâyeyi anlatmak istediğimde: “Bunu zaten Balbec’te anlatmıştın.” dediğini hatırlamıştım çünkü. O yüzden, Saint-Loup’nun hikâyeyi bilmediğini, devam etmem için bana yalvardığını, çok eğlenceli bir hikâye olduğunu tahmin ettiğini söylediğinde çok şaşırdım. “Şu anda aklına gelmiyor ama anlatmaya başlayınca hatırlayacaksın.” dedim ona. “Hayır, gerçekten hatırlamıyorum; yanıldığına, bana daha önce hiç anlatmadığına yemin edebilirim. Hadi anlat.” dedi. Bunun üzerine ben anlatırken hikâye boyunca heyecanlı ve mest olmuş bakışlarını bir bana bir arkadaşlarına çevirip duruyordu. Ancak hikâyeyi bitirdiğimde, herkes kahkaha atarken şunu fark ettim ki bu hikâyenin arkadaşlarına benim nüktedanlığım hakkında iyi bir izlenim bırakacağını düşündüğünden bilmiyormuş numarası yapmıştı. Dostluk budur işte.

      Üçüncü akşam, daha önce hiç konuşma fırsatı bulamadığım bir arkadaşı benimle uzun uzun sohbet etti; Saint-Loup’ya ne kadar eğlendiğini söylemesine kulak misafiri oldum. Gerçekten de neredeyse bütün akşam boyunca o kadar hararetli sohbet ettik ki önümüzdeki masanın üzerinde duran Sauternes şarabıyla dolu kadehlerimizden tek bir yudum bile almamıştık; insanlar arasındaki, herhangi bir fiziksel çekime dayanmayan, tamamen esrarengiz türden olan sezgisel samimiyetin ihtişamlı perdeleri bizimle etrafımızdaki insanların arasına çekiliyor, bizi onlardan soyutluyordu. Balbec’te, Saint-Loup’nun bana karşı hissettikleri de böylesine esrarengiz gelmişti bana; bu hissiyat sohbetlerimizin ilginçliğiyle karıştırılmamalı, herhangi bir maddi çağrışımdan arınmış, görünmez, soyut bir hissiyattı, yine de alevlendirici bir gaz misali bu duyguların varlığından haberdar olan Saint-Loup buna bir gülümsemeyle atıfta bulunacak kadar bilinçliydi. Hâl böyleyken, burada, tek bir akşamda, bu küçük odanın sıcaklığında birkaç dakika içinde tomurcuklanıp açılan bir çiçek misali doğan bu samimiyet muhtemelen daha şaşırtıcıydı. Robert Balbec hakkında konuşurken, Mlle. d’Ambresac’la evlenmeye gerçekten karar verip vermediğini sormaktan kendimi alıkoyamadım. Böyle bir kararın olmadığını aynı zamanda böyle bir birlikteliği hiçbir zaman düşünmediğini, onu bu zamana kadar hiç görmediğini hatta kim olduğunu bile bilmediğini söyledi. O anda, bu havadisi bana ileten sosyete dedikoducularından birini görseydim, muhakkak Mlle. d’Ambresac’ın Saint-Loup’dan başka biriyle, Saint-Loup’nun da Mlle. d’Ambresac’tan başka biriyle nişanlandığını söylerlerdi. Hâlâ çok yeni ve aslında tam tersi olan bu dedikodularını onlara hatırlatsaydım, çok şaşırırlardı. Bu küçük oyunun devam edebilmesi ve yalan haberlerin çoğalarak sırasıyla her isme mümkün olan en yüksek sayıda katlanarak ulaşması için tabiat, oyuncuları saftirik oldukları kadar zayıf bir hafızayla donatmıştır.

      Saint-Loup’nun, kendisiyle çok iyi anlaştığı, bana da sözünü ettiği bir başka arkadaşı da o sırada aramızdaydı; çünkü etrafta ikisinden başka Dreyfus meselesinin30 yeniden yargılanmasını destekleyen kimse yoktu.

      Tıpkı Schola Cantorum’da eğitim gören Saint-Loup’nun arkadaşının kardeşi, babasının, annesinin, kuzenlerinin, kulüpten arkadaşlarının bütün müzik eserleri hakkındaki düşüncelerine katılmak yerine, tam olarak Schola’da eğitim gören diğer öğrenciler gibi düşünüyorsa, (Bloch’a ondan söz ettiğimde, onunla ilgili fikri edindi çünkü kendisiyle aynı partiye mensup olduğunu duyunca duygulandı, yine de aristokrat bir ailede dünyaya gelmesi, dinî ve askerî bir insan olarak yetiştirildiğinden uzak bir ülkenin yerlisiyle aynı romantik çekiciliğe sahip olduğunu hayal ederdi.) bu soylu astsubay da genel olarak bütün Dreyfus sempatizanlarının, bilhassa Bloch’unkilere benzer bir ‘zihniyete’ sahipti, bu zihniyetin üzerinde, ailesinin geleneklerinden ve kariyerinin çıkarlarından en ufak bir etki yoktu. Benzer şekilde Saint-Loup’nun kuzenlerinden biri de Victor Hugo’nun ya da Alfred de Vigny’ninki kadar güzel şiirler yazdığı söylenilen, doğulu genç bir prensesle evlenmişti ve buna rağmen, böyle insanın doğal olarak farklı düşüncelere, Binbir Gece Masalları’ndaki gibi bir saraya hapsolmuş doğulu bir prensesin düşüncelerine sahip olması bekleniyordu. Onunla tanışma ayrıcalığına nail olan yazarlar, hayal kırıklığını daha doğrusu konuşmasını dinlemenin verdiği mutluluğu tadıyorlardı; konuşması Şehrazad’ın değil, Alfred de Vigny ya da Victor Hugo’nun tarzında bir dâhi olduğu izlenimini uyandırıyordu.

      “O mu? Ah, o Saint-Loup gibi değildir, tam bir şeytandır.” dedi yeni arkadaşım; “Bu konuda bile dürüst olduğunu düşünmüyorum. İlk başta: ‘Biraz bekleyelim, tanıdığım çok iyi kalpli, dürüst, zeki bir adam var orada: General Boisdeffre; onun verdiği kararları sorgusuz sualsiz kabul edebilirsiniz.’ derdi. Ancak Boisdeffre’in Dreyfus’ü suçlu ilan ettiğini duyar duymaz, ondaki tüm saygınlığını yitirdi; kilise yanlısı oluşu, kurmayların yanında oluşu bütün önemini yitirmişti. Dine bağlılık konusundaysa (ya da en azından Dreyfus olayından önce) dünyadaki hiç kimse onun eline su dökemezdi. Daha sonra, artık gerçeklerin açığa çıkacağını, davanın Saussier’nin ellerinde olduğunu, cumhuriyetçi bir asker olan Saussier’nin (bu arkadaşımız son derece monarşi yanlısı bir aileden geliyor) çelik gibi sinirleri, sarsılmaz bir vicdanı olduğunu söylemeye başladı. Ancak Saussier, Esterhazy’nin masum olduğunu söylediğinde, kararın açıklanması için yeni nedenler buldu, bu nedenler Dreyfus’ün değil, General Saussier’nin aleyhineydi. Saussier’yi kör eden militarist ruhuydu (şunu da açıklamam gerek, bu arkadaşımız militarist olduğu kadar kilise yanlısıdır, yani en azından öyleydi; onunla ilgili artık ne düşüneceğimi bilmiyorum). Onun bu düşüncelere körü körüne bağlı olmasından ötürü ailesi çok üzgün.”

      “Sence de.” diye söze girdim, kendimi konuşmadan soyutlamamak aynı zamanda Saint-Loup’yu da katmak için bir yarım ona diğer yarım arkadaşına dönük bir şekilde; “Çevreye atfettiğimiz etki özellikle entelektüel çevre için uygun değil mi? İnsan düşündüğünden ibarettir. Düşünce sayısı

Скачать книгу


<p>30</p>

1894 yılında Yahudi asıllı bir yüzbaşı olan Alfred Dreyfus asılsız iddialar sonucunda vatan haini ilan edilerek Şeytan Adası’na sürgüne mahkûm edildi. Suçsuzluğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen 12 yıl süren sürgünün ardından beraat etse de bu olay Fransa halkını ikiye ayırma noktasına getirmiştir. (ç.n.)