Скачать книгу

cızırtısından başka bir şey duymaz oldum.

      Biraz sonra yanımdaki çocuk usulca bana bir pusula uzattı. Bu pusulada, söylenen diktenin bir parçasıyla beraber şu kelimeler yazılı idi:

      “Elinizden gelirse bana yardım ediniz; ters bir mana çıkarmayayım.”

      Hemen kendiminkinden kopya ederek kendisine iyi kötü bir tercüme sundum. Yalnız terimler yoktu. Üstelik bir sual işareti koydum ki manası “Cevap yazmadım. Siz tetkik ediniz.” demekti. Gülümseyerek bana teşekkür etti ve daha fazla incelemeyerek başka cümleye geçti. Birkaç dakika sonra yeni mesajını alıyordum. Bu mesajında “Siz yeni mi geldiniz?” diye soruyordu. Bu sualinden onun de yeni gelenlerden olduğunu anladım. Bu kimsesizlik arkadaşıma “Evet.” diye cevap verirken hakiki bir sevinç hareketi gösteriyordum.

      Bu, aşağı yukarı ben yaşta bir çocuktu; fakat bünyesi daha narin, sarışın, ince; şehirde büyümüş çocuklara mahsus soluk ve bozuk bir renk, tatlımsı mavi ve güzel canlı gözler, mutena bir kıyafet, bizim taşra terzilerinde görmediğim hususi biçimde elbiseler…

      Birlikte çıktık. Yalnız kaldığımız vakit bu yeni arkadaşım bana şöyle söyledi:

      “Kolej bana dehşet veriyordu. Şimdi onunla alay ediyorum. Burada hiç arkadaşlık edemeyeceğim, elleri kirli bir sürü esnaf çocuğu var. Onlar bize kin bağlayacaklar, umurumda bile değil. Biz ikimiz işimizi başarırız. Siz onlara üstün gelince onlar da sizi sayarlar. Ne suretle olursa olsun işinize yaramaya çalışırım; yalnız tercüme işinde yaya kaldığım gündür. Latinceden hiç hoşlanmıyorum. Şu olgunluk imtihanı olmasa ömrümde bir kelime Latince öğrenmeyeceğim.”

      Sonra isminin Olivier d’Orsel olduğunu, Paris’ten geldiğini, ailevi bazı sebeplerle Ormesson’da tahsil edeceğini, amcası ve iki kuzini ile karmelitlerde oturduğunu, Ormesson’dan birkaç fersah uzakta arazisi olduğunu ve Orsel isminin kendisine oradan geldiğini anlattı. Sonunda “Ne ise!” dedi. “Şöyle böyle bir ders geçti. Artık akşama kadar onu hatırımıza getirmeyelim.”

      Birbirimizden ayrıldık. Narin iskarpinlerini gıcırdatarak, en az çamurlu taşlara basa basa, çevik, muvazeneli yürüyor; hafif İngiliz gemleri gibi dar bir kayışla tokalanmış paket hâlinde kitaplarını elinde sallıyordu.

      Şu anlattığım ilk saatler ki o gün vücut bulmuş fakat bildiğiniz veçhile bugün hazin ve kati süratte ölmüş bir dostluğun vefatından sonra yâd edilmiş hatıralarıdır. Bunları bir tarafa koyacak olursak tahsil hayatımın bakiyesi bizi pek hikâyemizden alıkoymayacaktır. Eğer o günden sonra geçecek olan üç yıl, şu saatte bana bir alaka telkin ediyorsa bu alaka ayrı bir sahada ve mektepli hislerinden bütün bütün azadedir. Onun için mektepli denilen o manasız filiz hakkında sözü kısa kesmek üzere size gene dershane terimleri dairesinde ifade vererek diyeceğim ki ben mektebin iyi talebesindenim. Bu da bilerek, isteyerek değil, kendim de farkında olmayarak ve cezasını çekmeden, yani iddiakârlıkla kimseyi üzüp incitmeden, sanırım istikbalde benim için büyük başarılar sezip söyleyenler vardı. Kendime karşı beslediğim çok bariz ve çok samimi bir itimatsızlık tevazu ve mahviyet yerine geçiyor ve bizzat pek az mesele yaptığım üstünlüklerimi affettiriyordu. Hasılı şahsıma hiçbir kıymet atfetmemekliğim, kendini tetkike, noksanlarını görmeye ve değerinden bir santim fazlasını kendine vermemeye erkenden alışacak olan bir kafanın daha o zamandan umursuzluklarını ve çetinliklerini meydana çıkarıyordu.

      Dedim ya, Madam Ceyssac’ın ikametgâhı neşeden mahrumdu. Ormesson’da ikamet ise ondan beterdi. Gözünüzün önüne küçücük bir şehir getiriniz: Sofu mu sofu, ihtiyar, mağmum, eyaletin ücra bir köşesine atılmış, hiç güzergâh değil, hiçbir işe yaramaz, hayat oradan her gün biraz çekilmekte ve her gün biraz kır hayatı onun yerini kaplamaktadır; sanayi hiç menzilesinde, ticaret ölü, varidatıyla darı darına geçinen bir burjuvazi, suratını asmış bir aristokrasi; sokaklar gündüz hareketsiz, geceleri caddeler ışıksız; yalnız kilise çanlarıyla ihlal edilen inatçı bir sükût ve her gece saat onda Saint-Pierre’in kocaman çanı -ahalisinin dörtte üçü zaten yorgunluktan ziyade can sıkıntısından uyumuş olan bir şehrin tepesinden- “artık ateşleri örtün” işaretini verir. İki tarafına çok güzel ve çok koyu karaağaç fidanları dikilmiş uzun bulvarları, haşin bir gölge ile onu sarar.

      Mektebe gidip gelmek için günde dört kere buradan geçerdim. En kestirme değil, fakat zevkçe en uygun olan bu yol beni köyüme yaklaştırıyordu. Ben o eski yurdumu, güneşin battığı tarafta uzaktan, mevsimine göre şen veya hazin, yeşil veya karlı bir hâlde görür gibi olurdum. Ara sıra nehre kadar giderdim. Manzara orada değişmezdi: Nehrin sarımtırak suyu, oralara kadar varlığını hissettiren meddücezrin tesiriyle aksi istikamete daimî bir hareket hâlinde bulunurdu. Oraların nemli havasında kenevir, çam tahtaları ve katran kokuları duyardım. Bütün bu şeyler yeknesaktı, çirkindi ve hakikatte bana Trembles’yı unutturacak mahiyette değildi.

      Memleketinin zekâ ve kabiliyetini haiz olan halamda eskiliklere karşı muhabbet, değişikliklerden korku, dedikoduya mucip olacak yeniliklere karşı nefret vardı. Dindar olmakla beraber monden, oldukça haşmetli, fakat pek sade, her şeyde, hatta ufak tefek garabetlerinde bile kusursuz olan bu kadın, dediğine göre aile faziletini teşkil eden iki prensibe göre hayatını tanzim etmişti: Dinî emirlere itaat, dünya kanunlarına hürmet. Bu iki vazifenin ifasında gösterdiği kolay iyilik bir derecede idi ki onun pek samimi olan dindarlığı, kendi muaşeret adabının sanki yeni bir şeklinden başka bir şey değildi. Onun salonu, artakalan öbür âdetleri gibi, açık bir sığınma yeri ve her gün biraz daha unutulmaya mahkûm eski hatıralarıyla irsî şefkatinin güya randevu mahalli idi. Orada o, bilhassa pazar akşamları, eski sosyetesinden hayatta olan birkaçını toplardı. Hepsi, devrilen monarşi devrine mensup ve kendisi gibi her yerden elini eteğini çekmiş kimselerdi. Hepsinin yakından gördüğü ihtilal -ki aralarında müşterek bir hikâye ve şikâyet mevzusu idi- aynı zamanda hepsini haddeden geçirerek bir kalıba sokmuştu. Filan iç kalada birlikte geçirdikleri müthiş kışları, odunsuz geçen zamanları, kışlanın yatak koğuşlarında yerde yattıklarını, çocuklara perdelerden elbise yaptıklarını gizli gizli gidip satın aldıkları kara ekmekleri tatlı tatlı yâd ederlerken vaktiyle kendilerine o kadar dehşet veren bu hâlleri şimdi gülümseyerek anmalarına şaşarlardı. Yaşlılığın müsamahakârlığı en azgın öfkeleri de yatıştırmıştı! Hayat, yaraları kapayarak, felaketleri tamir ederek, kederleri gidererek yahut daha yeni kederlerle unutturarak tabii cereyanına girmiş bulunuyordu. Gizli maksatlar için artık çalışılmıyor, şöyle böyle dedikodu yapılıyor ve bekleniyordu. Nihayet salonun bir köşesinde, çocuklara mahsus bir oyun masasının başında, istikbali, yani meçhulü temsil eden gençlik partisi, iskambil kâğıtlarını karıştırarak aralarında fısıldaşırlardı.

      Koleje girip de Olivier ile tanıştığımız gün benim de bir arkadaşım olduğunu halama yetiştirmekte gecikmedim. Madam Ceyssac, biraz hayretle “Bir arkadaş mı?” dedi. “Belki de biraz acele ediyorsunuz azizim Dominique. Adını öğrendiniz mi? Kaç yaşında?”

      Конец ознакомительного фрагмента.

      Текст предоставлен ООО «Литрес».

      Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

      Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона,

Скачать книгу