Скачать книгу

Şimdi aklıma geliyor, yol kenarlarını tezyin eden şimşir fidanları vardı ki üstü iskemle gibi düz budandığı için oturur, bunların yaşlarını anlamak isterdim. Müthiş yaşlı şeyler! André’nin dediğine göre şatonun en eski taşlarından da yaşlı imişler. Onların dikildiğini ne babam ne büyükbabam ne de büyük babamın babası görmüş. Bu kadar yaşlı olan şu küçük fidanlara hususi bir merak ile yakından bakardım. Sonra, akşam olunca bir zaman gelirdi ki bütün koşup atlamalar dinerdi. O zaman taş merdivenin yukarısına çekilir, oradan bahçenin bir ucundaki parkın köşesindeki badem ağaçlarına bakardım. Eylül rüzgârıyla hepsinden evvel yaprakları dökülen bu ağaçlar, batan güneşin alevine karşı konmuş, garip bir tablo manzarasını teşkil ederlerdi. Parkta birçok beyaz ağaçlar, dişbudaklar, defneler vardı ki sonbaharda bunların dallarını, küme hâlinde, ardıç kuşları ve karatavuklar mesken edinirlerdi. Fakat daha uzaklardan göze ilişen, grup hâlinde büyük meşelerdi: En geç yeşerdiği gibi yaprakları da en geç dökülen meşeler ki -bütün korunun ölmüş gibi göründüğü, saksağanların yuva kurduğu, yüksek uçuşlu kuşların dallarda tünediği ve her kış muntazaman memlekete gelen ilk karga ve alacakargaların ağaçlara konduğu- birincikanuna20 kadar yapraklarının kolamsı rengini muhafaza ederler.

      Her mevsim bize misafirlerini getirir ve onların her biri hemen meskenlerini seçerlerdi: Bahar kuşları, çiçekli ağaçları, sonbaharınkiler biraz daha yükseklerini, kışın gelenler çalılıkları, dayanıklı fundalıkları ve defneleri… Ara sıra kış ortasında ilk puslu havalar başladığı vakit bir sabah, daha nadir görülen kuşlardan biri, hızlı olmakla beraber, biraz acemice ve garip kanat çırpışlarıyla ormanın en ücra bir tarafında uçardı: Gece gelmiş bir çulluk dallara çarparak yükselir ve çıplak büyük bir ağacın sık dalları arasına sokulurken düz, uzun gagasıyla ancak bir saniye kendini gösterirdi. O bir daha meydana çıkmaz ve ertesi sene aynı yerde bir eşine tesadüf edildiği vakit gene o muhacir kuşun tekrar geldiği zehabı hasıl olurdu.

      Orman kumruları kuku kuşlarıyla beraber mayısta gelirler ve bilhassa ılık gecelerin havasında bilmem nasıl bir taze hayat diriliği olduğu zamanlar, uzun fasılalarla yavaşça öterlerdi. Bülbüllere gelince: Onlar da bahçenin sınırında, sık yaprakların derinliklerinde, beyaz kiraz ağaçları içinde ve çiçekli kına ağaçlarında, demet ve koku yüklü leylaklarda, pek az uyuduğum o uzun gecelerde her yer ay ışığı ile yıkanırken ve bazı bazı sevinç yaşları gibi sakin, sıcak ve sessiz yağmur damlaları düşerken benim zevkim ve elemim için bütün gece onlar öter, havada kasvet olunca susarlardı. Sonra güneşle, daha tatlı esen rüzgârlarla ve yakın bir yazın beşaretiyle gene ötmeye başlarlar, en sonra, yumurtaları üstünde kuluçka olunca artık sesleri çıkmazdı. Bazı kere haziran sonunun yakıcı bir gününde, bol yapraklı, koca gövdeli bir ağaçta tek başına dolanıp uçan, yerini şaşırmış, kül renkli, sessiz, korkak, küçük bir kuş görürdüm: Bu, bizi artık terk eden ilkbahar misafirimizdi.

      Dışarıda kemale ermek üzere olan otlar sararır, asma çubuklarının kurumuş eski dalları çatırdayarak dökülürken yeni tomurcuklar kendini gösterir, yeşil buğdaylar dalgalı ovada uzak sahalara kadar yayılır, aralarında yoncalar kırmızıya boyanır, sırma işlenmiş çevreler gibi kolzalar göz kamaştırırdı. Hesapsız bir böcekler âlemi: Kelebekler, yabani kuşlar kaçışır ve bu haziran güneşi altında işitilmedik bir inkişaf ile artarlardı. Bir taraftan kırlangıçlar havayı doldurur ve akşam olunca sağan denilen dağ kırlangıçlara keskin çığlıklarıyla birbirlerini kovalamaktan fariğ olurken yarasalar ortaya dökülür ve sıcak akşamların feyzi ile yeniden dirilmişe benzeyen bu acayip kuş sürüsü küçük çan kulelerinin etrafında gecelik dönmelerine başlarlardı.

      Dışarıda ot biçme zamanı gelince köy tam manasıyla bir bayram hayatı yaşardı. İlk olarak tekmil koşum hayvanları çıkarılır, birlikte çalışmak üzere birçok çiftçiler bir araya toplanırdı. Otlar biçilip yüklenirken ben orada bulunur, sonra koskoca yükleriyle köye dönen arabaların üstünde ben de dönerdim. Koca bir karyolaya uzanmış çocuk gibi bu ot yığınının tepesinde, kesilmiş otları çiğneyerek yola çıkan arabanın ahenkli salıntısı içinde, ucu bucağı yokmuş gibi görünen ufuklara binnisbe daha yüksek bir mevkiden bakarak gider, tarlaların yeşile çalan kenarları üzerinden göz alabildiğine yayılıp uzanan denizi görürdüm. Kuşlar etrafımda daha yakından geçerdi. Bu bol hava, bu geniş saha bana bilmem nasıl baş döndürücü bir keyif verirdi ki bir an için hayat realitesini kaybederdim.

      Otlar içeri alındıktan sonra çok geçmeden buğdaylar sararmaya başlardı. O zaman aynı iş, aynı başarış, fakat daha sıcak bir mevsimde, daha kızgın bir güneş altında tekerrür ederdi: Nöbetleşe esen şiddetli rüzgârlarla sakin havalar, ezici öğle sıcakları, şafaklar kadar güzel geceler, boralı günlerin sinirlere dokunan elektrikli bulutları…

      Daha büyük bir bolluk içinde daha az neşe, güneşten kavrulmuş ve mahsul vermekten bıkmış bir toprağa düşen ot yığınları: İşte bizim için yaz. Sonbaharımızı bilirsiniz, mevsimlerin şahıdır. Sonra kış gelir, senenin bir devri onunla kapanırdı. O zaman odamda biraz daha fazla kalırdım. Daima uyanık olan gözlerim, birincikanunun sislerini ve her yere kardan daha kasvetli bir perde çeken kesif yağmurları hâlâ delmeye çalışırdı.

      Ağaçlar hep yapraklarını döktüğü için nazarım parkı bütün büyüklüğüyle kucaklayabiliyordu. Kışın hafif sisli bir havası kadar hiçbir şey bu parkı büyütmezdi. Çünkü böyle havalarda pek mavileşen uzaklıklar, hakiki mesafe tahmininde gözü aldatırdı. Ortalıkta çıt yoktur, ses seda çıkmaz. Fakat pek az da olsa çıkanlar daha barizdir. Hele akşamları ve geceleri havada sesleri büyütüp aksettiren bir tannaniyet vardır. Bakarsınız, bir çalı kuşunun sesi, dilsiz ve boş vadilerde… Üstüne sessizlik sinen, rutubeti emen bu hailsiz vadilerde alabildiğine uzayıp gider. O zaman Trembles tarife sığmaz, cezbeli bir hâl alırdı.

      Dört ay kışın burada, sizinle konuştuğum şu odada benim işim gücüm, senenin diğer sekiz ayında, rüya misali bana canlı bir hayat yaşatan kanatlı, ince bir dünyayı… manevi keşifler ve kokular dünyasını, ses ve hayal dünyasını, elimden kaçırmayacak bir surette zorla tutup tahşid etmekten21 ve ağdalaştırmaktan ibaretti.

      Augustin beni zapt ve işgali altına alırdı. Mevsim de onun yardımcısı idi. O zaman ben ortaksız onun tasarrufuna geçer ve işsiz geçen o kadar günlerin acısını seve seve çekerdim. O günler hakikaten faydasız mı idi?

      Talebesi ben, etrafımdaki şeylere karşı bu derece hassas iken bizzat kendisi pek az duygulu olan Augustin, saatlerinde yanıldığı gibi günlerini, aylarını da şaşıracak derecede mevsimlerin tevalisini22 mühimsemez, bütün varlığımı tatlı bir acı ile mütehassis eden bu kadar duygulara karşı o, vurdumduymaz, soğuk, metodik, korekt ve mizacının bende pek az olan itidaliyle, içimden geçenleri umurlamak şöyle dursun, hatta bunları hatırına bile getirmeyerek yanı başımda yaşar, giderdi.

      Dışarı seyrek çıkar, odasını nadiren terk eder, sabahtan karanlık basıncaya kadar orada çalışır ve ancak geceleri hiç oturulmayan yaz akşamlarında, bilhassa gün ışığından artık mahrum kaldığı için kendine mola verirdi.

      Çok okur, okuduğu şeylerden notlar alırdı: Ben onun aylarca yazı yazdığını görürdüm. Hep nesir yazardı ve çok kere bu muhavere şeklinde olurdu. Bir salnameden bir sürü ism-i haslar23 seçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. O isimlere birer yaş verir, her birinin simasını, karakterini tespit eder; orijinal, acayip gülünç taraflarını bulur ve muhtelif kombinezonlarla dramlarında, komedilerinde tahayyül

Скачать книгу


<p>20</p>

Birincikanun: Aralık ayı. (e.n.)

<p>21</p>

Tahşid etmek: Yığmak, toplamak, biriktirmek. (e.n.)

<p>22</p>

Tevali: Art arda gelme, ardı arası kesilmeme, sürüp gitme. (e.n.)

<p>23</p>

İsm-i has: Özel ad. (e.n.)