Скачать книгу

bir dinleyin bakalım Mösyö Dominique.” derdi. Anlamış gibi durduğum pek az olurdu. Yüzlerini görmediğim, kendilerini hiç tanımadığım birtakım kimseler ne dereceye kadar beni alakadar edebilirdi?

      Kendi hayatımla tamamıyla yabancı olan bütün bu karışık hayatlar bana, uydurma bir cemiyetin hiç içine girmek istemediğim değişiklikleri gibi geliyordu. Augustin meyus olmaz, “Merak etmeyin, ileride anlarsınız.” derdi.

      Müphem bir surette fark ediyordum ki genç muallimimin en ziyade hoşlandığı şey bizzat hayat oyununun sahnesi, hislerin mekanizması hırsların, menfaatlerin, kötülüklerin çarpışması idi. Fakat tekrar ediyorum, Augustin’in dediği gibi, dünya bir satranç tahtası imiş, hayat bu tahta üzerinde iyi ve fena oynanan bir oyundan ibaretmiş ve bu oyunun kendine mahsus kaideleri varmış. Doğrusu bunlar bana vız geliyordu.

      Augustin çok mektup yazardı. Ara sıra kendine de mektup gelirdi. Gelen mektupların birçoğu Paris damgasını taşımakta idi. Bu gibileri o, daha acele açar ve bir hamlede okurdu. O zaman hafif bir heyecan, renk vermemek âdeti olan yüzünü, bir müddet için canlandırırdı. Bu mektuplardan birini aldığı vakit ya birkaç saatten fazla sürmeyen bir yeis ve fütura düşer yahut haftalarca onu doludizgin koşturan bir cerbeze taşkınlığı gösterirdi.

      Bir veya iki kere, onun, birtakım kâğıtları derleyip Paris adresine göndermek için, zarfa koyduktan sonra sıkı sıkı tembihlerle Villeneuve köy müvezzisine verdiğini gördüm. O zaman aşikâr bir sabırsızlıkla bunun cevabını beklerdi. O cevap da ya gelir ya gelmezdi. O zaman, yeni bir saban izine geçen çiftçi gibi, eline başka bir boş kâğıt alırdı.

      Sabahları erken kalkar, tezgâh başına geçer gibi acele çalışma odasına koşar, dışarıda hava güzel mi yoksa yağmurlu mu anlamak için bir kere başını çevirip pencereden bakmaz ve geceleri çok geç yatardı. Eminim ki Trembles’dan ayrıldığı gün sorulmuş olsaydı, şatonun küçük kulelerinin tepesinde çırpınan ve havanın esişleriyle nöbet nöbet tesirlerini gösteren yelkovanların varlığından bile haberi olmadığı anlaşılırdı. Benim rüzgârdan meraklandığımı gördükçe “Bundan size ne?” derdi.

      Sıhhatine dokunmayan ve kendisi için tabii bir eleman hâline gelen fevkalade faaliyetine, benim çalışmama, kendi çalışmalarına, her şeye yetişirdi. Beni kitaplara boğar, onları bana okutturur, tekrar okutturur, tercüme ettirir, analiz yaptırır, örneğini aldırır ve ben bu kelime tufanı içinde boğulup sersemlemedikçe biraz hava almak için olsun yakamı bırakmazdı. Bu suretle az zaman içinde, hem de pek sıkılmaksızın, benim gibi ileride ne olacağı belli olmayan, fakat her hâlde bir kolej tahsili yaptırılmak istenilen bir çocuğun önce bilmesi icap eden şeyleri hep öğrendim. Onun maksadı beni yüksek sınıflara çabuk hazırlayarak kolejdeki tahsil senelerimden tasarruf yapmaktı.

      Böylelikle dört sene geçti. Dördüncü sene sonunda kolejin ikinci sınıfı için benim hazır olduğum kanaatine vardı. Şatodan ayrılmak zamanının yaklaşmakta olduğunu, takdiri kabil olmayan bir dehşet içinde görüyordum.

      Hareketime takaddüm eden son günlerimi hiç unutamayacağım: Bu, âdeta marazi bir hassasiyet nöbeti gibi bir şey oldu ve zahiren bunu haklı gösterecek hiçbir sebep de yoktu. Hakiki bir felaket bundan beter bir netice veremezdi. Sonbahara ermiştik. Her şey aynı maksat için birleşiyor gibi idi. Bir tek misal size bu hususta bir fikir verebilir.

      Kuvvetimin son bir tecrübesini yapmış olmak için Augustin bana Latince bir kompozisyon vermişti ki mevzusu İtalya’yı terk eden Anibal’ın hareketini tasvir idi. Asmaların gölgelediği taraçaya indim ve böyle açık havada, bahçenin kenarındaki küçük iskemlede mevzumu yazmaya başladım. Tarihin daha o zaman bile bana heyecan vermek kabiliyetini haiz tek tük mevzularından biri de bu idi. Sade bu değil Anibal ismine bağlı başka ne varsa bu meyanda Zama Harbi şahsi olarak daima bende heyecan uyandırmıştır. Bu benim için bir hailenin feci olan sonu idi ki hukuki cihetini araştırmaksızın yalnız kahramanlık tarafına bakıyordum. Buna dair okuduklarımı hep hatırladım; Anibal’ı gözümün önüne getirdim: Memleketinin düşmanı bir talii harple mücadele ederek askerî hezimetlerden ziyade ırkının mukadder musibetlerine boyun eğerek sahile inen, ancak istemeye istemeye o sahilden ayrılırken son bir ümitsizlik vedası yollayan o bedbaht kahramanı, tarihi değilse bile, hiç olmazsa bence lirik bir hakikat olarak telakki ettiğim bir tarzda iyi kötü ifadeye çalıştım.

      Bana yazı masası işini gören taş, ılıktı. Elime yakın yerlerde küçük kertenkeleler tatlı bir güneşle ısınarak dolaşıyorlardı. Artık yeşil renklerini kaybeden ağaçlar, daha az sıcak günler, daha uzun gölgeler ve daha sakin bulutlar… Bunlarda hep güz mevsimine mahsus temkinli bir cazibe ile hezimetin, inhitatın ve hazin bir vedanın ifadesi vardı. Hafif bir rüzgârla çardaklar sarsılmadan asma dalları birer birer düşüyordu. Park sakindi. Kuşlar ötüyor ve sesleri kalbimin derinliklerine kadar bana heyecan veriyordu. İzahı muhal, zapt ve ızmarı25 daha muhal olan ani bir teessür, hemen taşmaya hazır bir dalga hâlinde, içimde kabararak beni karışık bir haz ve elem içinde bırakmıştı. Augustin taraçaya, indiği vakit gözlerimi yaş içinde buldu ve sordu:

      “Ne oluyorsunuz? Anibal için mi ağlıyorsunuz?”

      Cevap vermeksizin yazdıklarımı kendisine uzattım.

      Bir nevi hayretle tekrar yüzüme baktı. Sonra bu acayip teessüre sebep olabilecek bir kimse olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. Parka, bahçeye, gökyüzüne, acele ve dalgın göz attı. Nihayet gene bana dönerek “Fakat ne oluyorsunuz?” diye tekrar etti. Sonra verdiğim kâğıdı okumaya başladı.

      Bitirdiği vakit devam ile “Güzel!” dedi. “Fakat biraz gevşek. Böyle bir kompozisyon kolejin, orta kuvvette bir ikinci sınıfında size iyi bir derece kazandırabilirse de meram etseniz siz bundan daha iyisini yapabilirsiniz. Anibal fazla teessür gösteriyor; denizin öbür tarafında kendisini müsellah olarak bekleyen halka kâfi derecede itimadı yok. Zama Harbi’nin ne olacağını o biliyordu, diyeceksiniz; fakat o harbi kaybetmesinin suçu kendinde değildi. Eğer güneş arkadan gelseydi harbi kazanacaktı. Zaten Zama’dan sonra ona Antiyoküs kalıyordu. Antiyoküs’ün ihanetinden sonra da zehir. Son sözünü söylememiş bir kimse için hiçbir şey kaybolmuş değildir.”

      Paris’ten henüz aldığı bir mektubu açık olarak elinde tutuyordu. Mutadından ziyade canlı idi. Neşe dolu azimkâr gözleri şiddetli bir uyanıklıkla parlıyordu. O gözler ki bakışları daima dikine olmakla beraber parıltısı az olurdu.

      Benimle beraber taraçada birkaç adım atarken “Azizim Dominique!” dedi. “Kendime ait size vereceğim iyi bir haberim var. Bir haber ki sizin de hoşunuza gidecektir; çünkü bana dost olduğunuzu bilirim. Sizin koleje gideceğiniz gün ben de Paris’e gidiyorum. Ne zamandan beri buna hazırlanmakta idim. Oradaki hayatımı temin için bugün artık her şey hazırlanmıştır. Beni bekliyorlar. İspatı da işte şu mektup.”

      Böyle diyerek elindeki mektubu bana gösteriyordu. Devam etti:

      “Muvaffak olmak için şu zamanda ufak bir gayret kâfidir. Ben ise biliyorsunuz, o gayretin daha büyüklerini sarf ettim. Siz buna şahitsiniz. Çünkü beni çalışırken görürdünüz. Şimdi beni dinleyin azizim Dominique: Üç güne kadar siz kolejin ikinci sınıfında, yani bir adamdan biraz eksik, fakat bir çocuktan çok fazla olacaksınız. Yaşın ehemmiyeti yok. Siz on altı yaşındasınız. Merak ederseniz altı ay içinde on sekizinde olabilirsiniz. Trembles’dan çıkıp gidin ve bir daha burasını düşünmeyin. Zamanı gelinceye kadar, yani servetinizin hesaplarını görmek zamanı gelinceye kadar burasını hatır ve hayalinize getirmeyin! Siz köy hayatı için yaratılmış değilsiniz. Ne de bu inziva hayatı için ki böyle bir hayat sizi öldürür. Siz daima ya pek yukarı ya pek aşağı bakıyorsunuz. Pek yukarısı, azizim, mümkün olmayandır. Pek aşağısı

Скачать книгу


<p>25</p>

Izmar: Kalpte gizlemek, saklamak. Belli etmemek. (e.n.)