Скачать книгу

Yelken Açış

      Seyahatlerinde bir kahve ağacının yanından geçti ve dini bütün herkesin geleneği olduğu üzere, o da kendisini kahvenin hiç ellenmemiş meyvesiyle besledi. Kahve meyvesini yemenin, uyanıklığını artırarak dini vazifeleri yerine getirilmesini ve ayinlerde uyanık kalmasını sağladığını fark etti.

al-Kawakib al-sa’irn bi-a’yan al-mi’a al-’ashira Najm al-Din al-Ghazzi (1570–1651)

      SABAH TEKNE MOTORUNUN SESİYLE UYANDIM. Artık Cibuti’de değildik. Korkuluk üzerinden etrafı süzerken görebildiğim tek şey, turkuaz renkli deniz suyunun dalgalarla köpürüp benek benek oluşuydu. Gökyüzünü yansıtan kırılmış bir aynaya bakmak gibiydi. Kasırga hiç de bitmiş gibi durmuyordu.

      Diğerlerinin de eşyalarını teknenin arka tarafındaki sundurmaya taşımış olduklarını fark ettim. Olduğum yerde kalmaya karar verdim. Pruvaya bir dalga vurdu ve beni tepeden tırnağa sırılsıklam etti. Bir tane daha dalga geldi ve sonra bir tane daha. Diğerlerinin eşyalarıyla birlikte kendi eşyalarımı teknenin arka tarafına taşırken, güvertenin yirmi derecelik bir açıyla yan yatmış olduğunu fark ettim.

      Qasid ilerlemiyordu. Mürettebat giren suyu kovalarla boşaltıp tekneyi doğrulturken, teknenin burnunu rüzgârdan etkilenmeyecek şekilde döndürdü. Kutular yerlerinden oynamıştı ve bu sorunun, sadece teknenin yükünün yanlış dağıtılmasından kaynaklandığı sonucuna vardım. Sonra bir balıkçı teknesi yarışırcasına yanımızdan geçti ve teknenin ne kadar yüksekten gittiğini fark ettim. Qasid yaklaşık iki metre daha aşağıdan gidiyordu; çünkü kaptanımız tekneyi aşırı doldurmuştu.

      Hareket eder etmez dalgalar pruvaya çarpmaya başladı. Durup suları boşalttık. Bu, tüm gün devam etti. Sonunda mürettebatımız “bisküvi” taşıyan yük teknesinin tuzlu sudan zarar görebileceğinden endişelenmişti. Ancak gerçek sorun, Qasid’in ağırlıklı olarak içki ve AK-4718 taşıyor olmasıydı.

      İçkiler Cibuti’den geliyordu, ancak daha sonra öğrendim ki silahlar Eritre’ye yapılmış başarısız bir satış gezisi sonrasında Yemen’e geri dönüyordu. Bütün o silahların ağırlığı da tekneyi aşağı çekiyordu.

      Mürettebat bir ada bulup fırtınanın dinmesini beklemeye karar verdi. “Mürettebat” diyorum çünkü Kaptan Abdou’yu gemide hiç görmediğimin daha yeni farkına varıyorum. Önemli değil. Qasid’i süren üç genç ve iki yaşlı adam çok geçmeden bir adanın açıklarında demir attılar. Derhal hepimiz eşyalarımızı kurumaları için dışarı astık. Burada, rüzgârsız bir yerde bile, fırtınanın kıyafetleri doksan derecelik bir açıyla dalgalandırdığını fark etmiştim. Herhalde burası eyaletlerarası bir mola yerinin Kızıldeniz’deki eşdeğeriydi. Ancak, teknik olarak, şu an ıssız bir adada bulunan kazazedelerdik. Benim keyfim tıkırındaydı. Ne de olsa teknenin motoru hâlâ çalışıyordu ve muhtemelen en sonunda Yemen’e varacaktık.

      Ancak yol arkadaşlarımdan bazıları durumla ilgili daha tedirgindi. Mesela, Etiyopyalı bir kat bağımlısı olan Paulious. Günlük dozundan yoksun kalmış kat bağımlılarına şeytan katou musallat olurmuş ve Paulious da katsız bir ortamda mahsur kaldığı için tedirgindi.

      “Ah, aklıma kötü düşünceler geliyor,” diyerek sızlanıyordu. “Buradan gitmemiz gerek.”

      İlk kavga “Dişsiz” adını taktığım eski bir denizciyle onun katını çalmaya çalışan bir yolcu arasında çıktı. Diğerleri hızla onları ayırdı (Dişsiz, genç adamı parmakarası terliğiyle tehdit ediyordu); çünkü bu, kötüye işaretti. Bir çeşit değirmende yeşil bir püreyi öğüttüğünü fark ettiğimde ona bu adı takmıştım. Önce yemek hazırladığını düşünmüştüm. Daha sonra hazırladığı şeyin o çok değer verdiği kat olduğunu anladım. Dişsiz olduğundan, yaprağın değerli özünü çıkarabilmek için önce bu değirmenle “çiğnemesi” gerekiyordu.

      Başka bir mürettebat daha vardı, birkaç kez bana dik dik bakarken yakaladığım, muhtemelen on altı yaşlarında, kıvırcık saçlı, genç bir delikanlı. Samimi ve dürüst bir yüzü vardı; bir maymunu hatırlatan rahat hareketleri, hayatını Qasid gibi teknelerde geçirmiş olduğunu düşündürüyordu. Diğerleriyle muhabbet ederken konu Amerika’ya geldi. Üstümüzdeki küfede oturan delikanlı, şaşkınlık içerisinde el-Muha’yı işaret ediyordu.

      “El Marikalı mı?” diye sordu diğerlerine. “Orası el-Muha’ya yakın mı?”

      Diğerleri güldü, en sesli gülense Paulious oldu. “Daha Amerika’nın ne olduğunu bilmiyor!” dedi.

      “Bir ada mı?” diye sordu delikanlı.

      Kuzeybatıya doğru işaret ettim. “O tarafta.”

      “Eritre’nin orada mı?”

      Diğerleri yine güldü.

      “Hayır, hayır. Oldukça uzak,” dedim. “Amerika’ya gidecek olursan, önce Eritre’ye, sonra Etiyopya’ya gidersin, sonra Afrika’yı aşıp Türkiye’yi, sonrasında Avrupa’yı geçersin, sonra başka bir yere varırsın, yani İngiltere’ye ve oradaki denizi de geçersin. Büyük bir denizdir. Tüm bu yerleri geçtikten sonra vardığın yer Amerika’dır,” dedim. Diğerleri bu dediklerimi tercüme etti.

      Çocuk, bir yerin nasıl o kadar uzak olabileceğini anlayamıyormuş gibi bakıyordu bana.

      “Sandığın kadar uzak değil,” dedim ikna edici olmayan bir tonda.

      Kafası daha da karışmış görünüyordu. Sonra gözlerini kıstı; diğerleri hâlâ gülüyordu. Sanırım, insanların ona güldüklerini ve benim de ona yalan söylediğimi, onunla dalga geçtiğimi düşünmüştü. Öfke ve şaşkınlık arasında kalmış bir ifadeyle yanımızdan uzaklaştı ve birden aklıma geldi; evet, haklıydı. Amerika hayal edilemeyecek kadar uzaktı. Gidilemeyecek kadar uzaktı ve böyle bir deniz yolculuğu mümkün olsa bile, neden biri memleketinden bu kadar uzağa gitmek isterdi ki? Hatta Ay’da bile olsa, burası neden umurunda olsundu ki? Delikanlının yaşadığı yer burasıydı. Tüm hayatı boyunca burada, muhtemelen bu teknede yaşamıştı. Burası onun memleketiydi; burası, el-Muha, kumsal, deniz, rüzgâr ve bekleyiş. Bir gün, teknenin direği önünde oturan, gülen ve yüklerin arasından turuncu kremalı bisküviler çalan Dişsiz’in yerini o alacaktı. Belki otuz, belki kırk yaşında olacak, fakat bundan çok daha yaşlı gösterecekti.

      Sonrasında ise, ona ne zaman gülümsesem yanımdan uzaklaştı. Bana diğerleri gibi, sadece “Amerikalı” diye hitap ediyordu. Öğleden sonranın geri kalanını yalnız başıma oturarak geçirdim.

      Gitmekte olduğumuz Yemen’deki el-Muha Limanı hâlâ dünyanın en izole bölgelerinden biridir. Ancak kaçırılan Afrikalıların buraya kahve getirdikleri zamanlarda, en azından Batılılara göre, burası neredeyse efsanevi bir yermiş. Bir Yunan yazarın birinci yüzyılda kaleme aldığı Periplus Maris Erypraei’de anlattığına göre, buraya “yelken açmak bile son derece tehlikeli. (…) Burası, gemisi kaza yapmış herkesi yağmalayıp köleleştiren, ihtiyofajlarla [balık yiyenlerle] dolu bir diyar.” Yunanlar, Arapların devasa kertenkeleleri yediklerine ve kalan yağlarını da kaynattıklarına inanıyorlardı. Kanatlı ejderhaların da korkunç hastalıkların bulaştığına inanılan kıyıyı koruduklarına inanılırmış.

      Bu propagandanın büyük kısmı, yağmacıları, ticaret imparatorlukları için hayati önem taşıyan mür19 bahçelerine saldırmaktan vazgeçirmek için Araplar tarafından yayılmıştı. Ummanlı Arap denizciler

Скачать книгу


<p>18</p>

Bir makineli tüfek türü. (e.n.)

<p>19</p>

İlaç yapımı ve parfümeride kullanılan kokulu bir tür reçine. (e.n.)